index

31 Ekim 1995 Salı

İNSAN SURETLERİ - Özcan Özbilge

 

Özcan Özbilge
Sayı : 4 / Ekim 1995
İnsan Suretleri

Yüreklerimizin tenhalıklarında küçük ateşler kanarlar, insan suretlerinde, usul usul. O tenhalıklarda kanamak, efsaneler gibi yavaş, uzak ve neredeyse unutmak kadar acısız olup, hayatın kimi seyrek anlarında dalan gözlere, çıkarılamayan lakin tanıdık gelen yüzlere, nedensiz gibi görünen sevinç ve hüzün kıpırtalarına vurmuş belli belirsiz bir kızıllıktır. Sıcaklık gibi bir şeydir.

B1'le benim öykümüz şiddet içerir. Bitmemiştir de. Benim gömlek değiştirir gibi yavuklu değiştirdiğim, onunsa büyümüş de küçülmüş bir ahlak manzumesi misali karatahtanın önünde dikildiği, o uzun ve derin ilkokul çağlarından geliyoruz. Duvarda asılı Hun imparatorluğumuz, iç organlarımız ve ilçemizin tarihçesini imleyen suluboya Valide Sultan Camii önünde yazdığımız tebeşir tarihlerinin teri soğuyalı çok olduysa da, bir arpa boyu belki ancak olmuştur.

Buzlu suya savrulan genç zarganalar gibi çıktık o hayattan. Damalı 56 Dodge'ların yukarı doğru açılan tombul kalçalarında yiten bavullar, alınan verilen mendiller, kolonyalar, başharflerimizin işlendiği nevresimler, ihmal edilmeden giyilmesi gereken kazaklar, kaygılı hevesler ve esrarengiz düşlerle, B1 deniz harp okuluna, bense İngilizce eğitim veren bir liseye yatılı gönderildik.

Yollarin amansızca aktığı, coğrafyaların ve gazete küpürlerinin hızla arkada kaldığı yıllardı. Sonra artık yıllar hep öyle aktılar. B1`le ayrılan kaderlerimiz, bir cephenin iki yanından buluşmak üzere kapalı bir yörüngede ve dehşet uyandırıcı hızlarda ters yönlerden seyretmekteydiler. Türkiye çoğu zaman olduğu gibi, ters yönlerden seyretmekteydi. Hun imparatorluğu haritasına çamurlu sokakların gölgesi düşmüş, iç organlarımız birbirine hasım ve Valide Sultan Camii çaresiz köhneliğinde, vapur dumanlarından giderek kararmış bir eski kabartmadan başkaca bir şey değildi.

Fakat, hayır o çarpışma gerçekleşmedi. Zaman bizlerin beş adım önümüzde patladı ve düştüğümüz boşluklarda sevgililerimizin tuzlu tadına, şiirlere, sanatlara uyandık. O boşluklardan geri gelmeyenlere sahtelikle adandık. B1 teğmen çıktı, benim de bir kitabım.

Fakat, evet, çarpışma gerçekleşecekti.

B2 büyük bir şirketi yönetmeye hazırlanıyordu. B3 ve B4 hekim çıktılar, B5 yitti. B6 dışişlerine girdi. B7 ve B8 aranan bilgisayar tasarımcıları oldular. B9 ve B10 babalarına rücu ettiler; biri inceliğinden vazgeçerek göbek saldı ve kısaldı, diğeri saçlarını döktü ve çıktığı kasabaya geri döndü. B11 yüksek öğretiminden geri dönmedi ve çocuğuna İngilizce telaffuzu kolay bir isim verdi. B12 Alaska'ya kaçtı. B13 sabah akşam içiyordu. B14 Türkiye'ye dönse, dönecek, dönüyor, yok hayır dönmüyor, yanar döner, yanacak dönecek, döne döne ölecek, B15 hala aynı kahvede oturuyor ve bir dershanede öğretmenlik yapıyor.

Belki de onlar tam da öyle yapmadıkları kanısındadırlar, lakin durum benim açımdan umutsuz görünüyordu. Herkesin başına bir şeyler gelmiş, oysa ki ben hala şair mi, çevirmen mi, heykeltraş mı yoksa mühendis mi olduğuma karar verememiştim.

Bir yerlerden başlamam gerekiyordu. İşe şairi intihar süsü vererek ortadan kaldırmakla başladım. Bu çok kolay oldu. Ona boyun eğdirdim ve ince biçare erken bir kış sabahında kendini Küçük Bebek Deresi sokaktaki genç çınarın dallarına astı. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Çevirmeni içsel bir ensest gecesinde kendi ellerimle boğdum ve cesedini Arnavutköy'de bir apartmanın bodrumuna gömdüm. Heykeltraş, zaten ödlek bir zampara ve aklı da bir karış havadaydı. Bir gece boğazı seyrederken usulca arkasından yaklaşıp denize itiverdim onu. Kıyıya çıkmasına, parmaklarını topuğumla ezerek engel oldum ve kalın kabanının altında Şubat sularında kasılmasını sukunetle izledim. Bir tek mühendis kalmıştı geriye. Onu da üç gün filistin askısına aldım, ağzını burnunu darmadağın ettim ve bundan böyle ben ne buyurursam onu yapacağını bildirdim. Uysal ve köle ruhlu olduğundan o gün bugündür bavullarımı taşır ve işlerime koşuşturur.

Artık içimde, allame-i cihan olma tutkumun önüne geçebilecek kimse kalmamış ve B1`le karşılaşmamızın vakti gelmişti. Aynı sokağın ve iradenin çocuklarıydık. Yaşlıca kadınların titrek bakışlarından başka, rücu edebileceğimiz bir rahmimiz olmamıştı.

Onu gökte ararken yerde buldum. Yeşil bir okyanusun kıyısında, bir haftalık sakalı, sırtında lime lime bir blue-jean, eski siyah ayakkabıların ucunda dönenerek, bir kilisenin kapısında çene çalmaktaydı ve sesini duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Yüzbaşı üniformasıyla gönderildiği o yüksek askeri okuldan, bir gün, elleri ceplerinde yürüyerek çıkmış ve bir daha da geri dönmemişti.

Sarıldık, kaderi yumruklamaktan yorgun ve diri omuzlarla.

Yüreklerimizin tenhalıklarında küçük ateşler kanarlar, insan suretlerinde, usul usul. O tenhalıklarda kanamak, efsaneler gibi yavaş, uzak ve neredeyse unutmak kadar acısız olup, hayatın kimi seyrek anlarında dalan gözlere, çıkarılamayan lakin tanıdık gelen yüzlere, nedensiz gibi görünen sevinç ve hüzün kıpırtalarına vurmuş belli belirsiz bir kızıllıktır. Sıcaklık gibi bir şeydir.

Araf'in birinci yayın yılında, duvarda asılı Hun imparatorluğumuz, iç organlarımız ve ilçemizin tarihçesi önünde durarak, A1, A2, A3, A4, A5 ve A diğerlerini selamlıyorum.




Kaynak : https://web.archive.org/web/20001218094400fw_/http://araf.net/dergi/sayi04/metinler/araf0954.html


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder