index

30 Haziran 1996 Pazar

ONLAR VE BİZ - Özcan Özbilge



Özcan Özbilge
Sayı : 8 / Haziran 1996
Onlar ve Biz


I.

Onları sevmiyoruz.

Çünkü biliyoruz ki onlar, sevgilinin yanağına dokunduklarında, hakikaten dokunurlar. Bizim hiç bir zaman dokunamadığımız kadar. Elleri kurumuş değildir onların, parmakları okşar ya da acıtır.

İyi nefes alırlar, aldıkları nefesin değerini bilirler. Bedenleri ve hayatları eksiktir, lakin sakat değildir. Günboyu damakları kekremez, geceleri uykusuzluk çekmezler. Umutları vardır ki onların umutları bizim yaşayamadıklarımızdır. Kederleri vardır ki onların kederleri bizim korkularımızdır. Hayatları çalınmıştır ellerinden, basbayağı çamurdan, neredeyse çamurdan hayat yapmaları gerekmiştir. Sevdikleri alınmıştır ellerinden, basbayağı insandan, neredeyse insandan sevgili yapmaları gerekmiştir. Kan kusmuşlardır. Tok gezmezler. Anlamışlardır, çok şeyi anlamışlardır. Az şeyi konuşurlar.

Onları sevmiyoruz.

Çünkü biliyoruz ki onlar, bir çiçeği gördüklerinde, hakikaten görürler. Bizim hiç bir zaman göremediğimiz kadar. Gözleri kurumuş değildir onların, bakışları okşar ya da acıtır.

Çıkar beni seviyoruz'un z'sinden.

II.

Onları sandık.

Sandıkça sanılgı olanlar bizler olduk.

Olanlar bize oldu, anlamıyor musun? Bastığımız toprak değil artık, cemre düşmez oldu göğsümüze. Yağmurlar delip geçiyor hayaletlerimizi, su eritmiyor gövdemizi, gölgemiz akrilik bir leke yeryüzünde, sahibi yok. Birimiz çarpamıyoruz bile bir diğerimize, nefeslerimiz gelmiyor bir türlü yüzyüze, üstüste geldiğimizde hep aynı şey görünüyor, önünde durduğumuz şey. Üstelik ışığı dahi kıramıyoruz, o kadar cansızız ki bin aynalı odada: çok gibiyiz, hayır, hiç birimiz o değiliz, herbirimiz bir suret. Aslımız yok. Olduğunca bir avuntu. Onlarsa ancak bir kuruntu.

Onları sandık.

Sandıkça yanılgı olanlar bizler olduk.

Çıkar beni sanıyorum'un m'sinden.




Kaynak : https://web.archive.org/web/20010531024932fw_/http://www.araf.net/dergi/sayi08/html/araf2963.html

 

31 Ocak 1996 Çarşamba

ÖTEKİ BİLİNÇ - Özcan Özbilge

 
Özcan Özbilge
Sayı : 6 / Ocak 1996

ÖTEKİ BİLİNÇ

Anlamak ... çoğunlukla çetrefil, zorlu ve yorucu bir uğraştır ya, bazen bir an meselesi de olabilir. Sabahın erken saatlerinde, bir deniz kentinin ıslak rıhtımında, demirlere dayanıp ufku seyrederken, gökyüzüne neden yüz dediğimizi, birden bire anlayıverirsiniz. Güzel şeydir böyle beklentisizce anlamak; alnınızın günün ilk ışıklarıyla aydınlandıgını duyumsarsınız. Bir perde kalkmıştır sanki gözlerinizin önünden ve bunca yıldır, nasıl olup da, bu inanılmaz, ama bir o kadar da basit hakikatten habersiz yaşamış olduğunuza akıl sır erdiremezsiniz. Birileri olsa da, dönüp anlatsaniz. Bakınırsınız ... devrilmiş çöp bidonları, balık kılçıkları, kavgacı deniz kuşları, tuzlu rüzgar ve yükünü boşaltan kamyon ... onlar zaten biliyorlar. Elleriniz cebinizde sevinçle yürümeye koyulursunuz. Zıplama hareketleri, Pepsi Cola tenekesine atılan tekme, tramvay rayları, korna sesi, karton yataklarında uyuyan serkeşler, kaldırıma üç adımda sıçrama, yaşlıca bir kadının temkinli bakışları ... evet ama, durun bir dakika! Nereye gidiyorsunuz? Neyi anladınız kuzum?

Baştan mı başlasak?

[Zamanın geçmişe sarımı - tersine yürüyen insanlar - geri geri inen bir uçak - hızlı ve gülünç devinimlerle, içtikçe bardağı dolan bir adam - cızırtılı, tiz perdeden, anlaşılmaz konuşmalar ... stop!]

Alaca karanlıkta küçük bir kasaba istasyonu. Ayaz. Kalın paltolarının yakalarını kaldırmış yolcular; onların gözlere gereksinimleri yok, ayakları nereye gittiklerini biliyor. Gizli bir emre uyar gibi, birer ikişer burada toplanmaktalar. Üşüyorum. Ayazla açıklanamayacak kadar şiddetle üşüyorum. Bitmek bilmeyen topuk sesleri, sayımızın giderek arttığını bildiriyor. Kim bunlar? Cinsiyetleri yok. Karaltıların cinsiyetleri yoktur. İlk tren 4.15'de geçecek. Sonra, onbeşer dakikalik aralarla diğerleri onu izleyecekler.

Esneyerek bir sigara yakıyorum. Bir şey yemedim ama, sıcaklık duygusuna ihtiyacım var. İşçilik, sabahın en güzel hayat tarzlarindan biridir - ben böyle biliyorum. [..... stop!] Dolmuştan uykulu gözlerle inersiniz. Biri kıymalı biri peynirli iki poğaca sardırıp, turnikelere doğru seyirtirsiniz. Içerde gazeteyi alır, açılan kapıdan bir kum tanesi gibi akar, iskelenin yanından bir keçi kıvraklığıyla atlar ve merdivenleri patırtılarla çıkarsınız. Çay gelir, dirseğinizle gazeteyi açabilecek kadar bir açıklık yaratıp, yanyana oturduğunuz insanlarla paylaştığınız tarihin düşürüldüğü satırlara dalarsınız. Her sabah, aslında, bir kimligin yaratılmasi ve yerleştirilmesi sürecidir. Gün, vapurun Sarayburnu'na doğru yöneldiği sıralarda yakılan sigaralarla başlar. Alınlar Marmara'nın gümüşi ufkuna döner, başlar kalkar ve insanlar yaşadıklarını bilirler.

Bu istasyonda, benim bilmediğim bir gün başlamak üzere. Çivit rengi ovanın üstünde, uzun bir ışık zinciri gibi akan tren göründüğünde, karaltılar kitlesinde bir kıpırdanma oluyor. Isık zinciri, bir sıcaklık ve insan sesi imgesi gibi, salınarak, kıvrılarak yaklaşıyor ve büyüyor. Nedense, bizlerin tükenmiş ve yorgun gece yolcuları, treninse bir han olduğu, yalnız bu kez, düz ovanın kederli ve çivit yalnızlığında, yolcuların hana doğru değil, hanın yolculara doğru yaklaştığı duygusuna kapılıyorum.

Çelik rayların çığlıkları ve elektrik bobinlerinin uğultusuyla, tren önümüz sıra yavaşça yerini alıyor. Karaltılar, sabırsızlıkla, pencerelerin geçişlerine son vermelerini bekliyoruz. Kapılar çarpılıyor. Vagonun sahanlığında, hayretle, az önce dışarda bekleşen karaltıların, her birinin birer insana dönüştüklerini görüyorum. Geçip boş yerlere oturuyorlar. Ben yürüyorum: ayaz ve karanlık bu kez pencerelerde. Tren kalkarken sendeleyip oturanlardan birinin üstüne düşecek gibi oluyorum ... özür dileyen sesim havada asılı. Yürümeyi sürdürüyorum. Trenin sonunda, o en son kapıyı açtığımda, kadın kahkahaları, kıvrak bir muzik, mor ışıklar ve kesif sigara dumanıyla karşılaşacağımı umuyorum.

Her kentin sayısız sabahı vardır ve bütün sabahlar farklıdır. Orta Avrupa'nın kentlerinde 4.15 trenleri gecikmezler. Dizboyu kar da inse, seller de süpürse, kasirga da uçursa, onlar 4.13'de çivit mavisi ovanın ucunda görünür ve yaklaştıkça büyürler. Trenler kente ve kent güne ışıkları yanan pencerelerle girerler. Gün işyerlerinin üstüne doğar. Böyle bir trende, Marx'ın kuramının neden üretim kavramı üstünde yükseldiğini anlarsınız. İşçilik, zorunlu değil, verili bir hayat tarzıdır. İnsanlar çalar saatlerin sesine, gönülsüz değil, ama beklentisizce uyanırlar. Bir başka deyişle, burada, uyanmak, gökyüzünü seyretmek kadar kolaydır.

Trenin sonuna geldiğimde, artık oturuyorum. Pencereden çan kuleleri, toplu konutlar, fabrikalar, bahçeli evler ve benzin istasyonlari geçiyor. Renkleri yok ... renkleri yerlerine koyuyorum. Anlamak için. [..... stop!] Gözyaşları ve sarsılan kadın omuzları, yeşil tükenmez kalemle yazılmış mektuplar, kalınca bir kitabın kırılmış cildi ve dağılan sayfaları, Pasifik kıyısından toplanmış, süt beyazlığında bir avuç kum, pahalica bir lokantadan çalınmış bir kül tablası, tırnaklarını yiyen bir genç adam, polis sirenleri, geceyi delen saatler, sitem sözleri ve çalan telefonlar geçiyor penceremden. Diğerlerinin pencerelerinden neler geçiyor?

Anlamak, bazen yalnızca bir sorudur. Dudaklardan dökülen bir sözcüğün, kucaktan yere düşen ve içindekiler saçılan bir çantanın, bir el hareketiyle düzeltilen saçların, suya atılan bir taşınki gibi, halka halka büyüyen çağrışımlarıdır anlamak. Ötekinde kendini görmek, hatırlamaktır. Kendini bir sorun gibi yaşayan insan, huzursuz insan, arayan insan, tanık insan.

Günün ağarmasına tanık olabilirsiniz ... böyle bir şey istiyorsanız, uyanmalısınız. Herkes kendi sabahına uyanır. Sabahın bir özü vardır ve o hep aynıdır. Öyleyse, yeni bir zamanın eşiğinde, insana dair olanı, insan, kendine dair olandan çıkarabilir.

Tren değiştiriyorum. Şimdi kentin içinde ve altındayız. Gün ne zaman doğacak? Bineceğim ikinci tren gelmese ... yokmuş böyle bir şey, oraya giden trenler yokmuş. Bütün bu kalabalık ve ben, yalnızca bir ortak rüyayı görmüşüz ve hayra yormuşuz. Şaşkınlıkla uyanıyoruz. Gideceğimiz bir yer de yokmuş. Ne yaparlar? Ne yaparım? Elektrikli merdivenlere doğru yürümek ve yukarıya çıkmak ... neden? Çünkü, bir metro istasyonunda, eğer bineceğiniz bir tren yoksa, yapılacak şey yukarıya çıkmaktır.

Yapılacak şey ... gezmektir ... evin eksiklerini almak, sinemaya gitmek, bir dosta uğramak, yolda kitapçiya şöyle bir bakınmak, arabayı yıkatmak, o yazıyı bitirip de yayıncıya göndermek, öteki işi Cumartesiye bırakmamak, kirliye attığınız gömleğin cebinde para unutmamak, ehliyetinizi yanınıza almak, kapıyı iyi çekmek ... kız yemek yapmış, bekliyorlar, şimdi gitmesek olmamaktır.

Yukarıya çıkmayın siz de. Her şey o metro istasyonunda, bineceğiniz trenin zamandan kaybolması ile başlamadı mı? Buna katlanamadınız. Itiraf edin! Evet ... dayanamadınız, bir ikinci kez doğmaktan korktunuz ve hemen yapılacak şeyi yaptınız ... yukarı çıktınız. İşte bunlar geldi başınıza. Çıkmayın. Sıkın dişinizi, olmamak zordur, ama katlanılabilir ... evet, bunu yapabilirsiniz, ben size güveniyorum ... zamanin zincirleri bileklerinizden söküldüğünde, canınız gün ışığıyla yanacak, yüzünüzü ve yüreğinizi oğuşturacaksınız ... karıncalanmalar geçtiğinde yeni gözleriniz olacak, dünyaya bakan ve haykıracaksınız!

Bekleyin gün metro istasyonuna doğsun.

İnsanın kendini doğurması ... kendine başlaması. Heyecan. Bir metro istasyonunda, yerde, kanlar içersinde doğuyorsunuz. Öteki bilinç doğuyor, bütün sabahların bilinci. [.....stop!] Bir deniz kentinin ıslak rıhtımında, yağmur çiseliyor. Saf suyun tuzlu suya karıştığını, her bir damlanın düştüğü yerde, o küçük evrenlerde, anaforlar çıkıp, fırtınalar koptuğunu düşünürken ... birden bir dizesi geliyor aklınıza, bir şiirin ... nereden de hatırladınız? Hani şu yaşlıca adamın zeytinliklerinin orada bir kır kahvesi vardı, oradan ayrılırken kim okumuştu bu şiiri? Neden okumuştu? Bizim sakin yağmurlarımız başkalarının kasırgaları mıdır? Eğer öyleyse ... demek ki öyle ... anladınız. Yüzünüz yağmurla ıslanıyor.

Yağmur yağarken başınızı önünüze eğmeyin, rüzgardan kaçırmayın kirpiklerinizi sakın, ama sakın ... bu yazıyı, siz, en iyisi, basıp, katlayıp arabanın torpido gözüne atın. Orada öylece dursun.


Kaynak : https://web.archive.org/web/20020603092723fw_/http://www.araf.net/dergi/sayi06/metinler/ozbil961.html