index

30 Nisan 1995 Pazar

ÇEÇENİSTAN TÜRKİYE'NİN NERESİNDEDİR?

 

Sayı : 2 / Nisan 1995
ÇEÇENİSTAN TÜRKİYE'NİN NERESİNDEDİR?
(Modern Bir Coğrafya Bilinci Üstüne)
 

Tarihin zamanı yıllarla ölçülebilir. İnsan toplumunun, doğanın gerçekliğiyle koşullanmış olan bir dünyada, varlığına özgü nesnel yasalarla geliştiği ve olayların bu yasalara bağlanabilecek zorunlulukların cisimleşmelerinden ibaret oldukları söylenebilir. Yine insan, tarihin yapıcısı olarak, iyi, güzel ve sığ bir varlığa sahip olsaydı, zamanın hızı coğrafyadan coğrafyaya değişse de, tarihin dünyanın her yerinde hep aynı yönde aktığını ileri sürebilirdik. Böyle bir akışta, yıllar ya da zamanın bütün diğer ölçüleri, bir terazinin hep aynı kefesine konulan ve kefe doldukça yuvarlanıp dökülen irili ufaklı demir ağırlıklar gibi düşünülebilirler: kırık, düzensiz bir akış ve tarihin tanımlanmış boyutlarına sığmayıp tarihdışına yitirilen insan deneyimi.
      
Lakin olaylar ve onların ardındaki yasalar, kendi anlamlarını, insandan bağımsız olarak taşımazlar. Bu nedenledir ki tarih, bunca paylaşılamayan ve kıymete binmiş bu şey, hayatlarımızdaki yerini, bir bilinç olarak, akma niteliğinden ziyade birikme niteliğiyle kazanmaktadır. Geçmek yerine inatla saplanıp kaldiğini izlediğimiz olayların, nesnel yasaların zorunluluklarının değil de akıldışının, doğanın başlangıçtaki gerçekliğini tahribinin cisimleşmeleri olarak ortaya çıktıklarını görüyoruz. Tarihin, bir bilim olarak öne sürülmüş olan nesnelliği, onun, bir bilinç olarak, böyle bir nesnelliğin tümüyle dışında yaşanıyor oluşunun gölgesindedir. İnsanın, tarihi, doğadan farklı ve bir başka gerçeklik olarak yapmış ve yapmakta oluşu, onun, kendini doğadan daha başka bir şey olarak gerçekleştirebilme yetisinde aranmalıdır. İnsanın kendini doğadan daha iyi ve onu aşmış olarak gerçekleştirip gerçekleştiremediği ise henüz tartışmalı bir sorudan başka bir şey değildir.
 
Coğrafyanın Boyutları
 
Rusya'nın 11 Aralık 1994'te ayrılıkçı Çeçenlere boyun eğdirmek üzere başlattığı askeri harekat, yaşadığımız yakın yılların artık kalıcı bir düzene kavuşmaya başlamış olan çalkantılı güncelliğinde, dünya basınınca açıklanabilir bir olay olarak kaydedildi. [d1] Soğuk savaşın yokolma korkusuna dayalı gerçekçiliğinin yerini alan yeni siyasi izlenimciliğin alışkın fırça darbeleriyle oluşturduğu resimde, boyundan büyük bir isyana girişen küçük ve önemsiz bir ülkenin, yüksek ateş gücü ve bire on oranında asker üstünlüğü karşısında kısa sürede dize geleceği öngörülmekte, Çeçenistan'a biçilen bu kader, onaylanmamakla birlikte, bir takım küresel denge hesapları verilerek çizilen muğlak bir çerçevede, sanki yağmurun yağması kadar olağan bir şeymiş gibi sunulmaktaydı. Savaş yerine ışık yıllarınca mesafelerden kaleme alınmış gibi görünen yazılar ve demeçler, yeryüzünü saran iletişim ağlarını bir kez daha doldururlarken, yüreklerimizi bir miktar daha boşalttılar. Uygarlığın ideologları, seyretmenin dayanılmaz hafifliğini savuşturabilmenin bir yöntemi olarak, yeryüzünü meteorolojik bir bilgi nesnesine ve kendilerini saydam hava durumu sunucularına dönüştürdüler. Onlar bu dönüşümü yaşarlarken, soğuk savaşın büyük güçleri ve bunların arka bahçeleri, yeniden öbeklenen dünya coğrafyasında, yerlerini tek bir uygarlığa ve bunu çevreleyen vahşi bir çevre bahçeye bıraktılar. Laos'tan Tajikistan'a, Somali'den Ruanda'ya uzanan bir kuşakta giderek cisimleşen yeni çevre-dünyada, siyasi örgütlenmenin temel ögesi olan devlet aygıtının ortadan kalktığına ve sürekli savaş koşullarına dayalı modern bir derebeylik düzeninin hakim olduğuna tanıklık etmekteyiz
 
Yeni küresel düzen, herbiri diğerine varlığını borçlu iki yarımküreden oluşmaktadır: uygar-dünya ve çevre-dünya. Gezeğenimiz, enlem ve boylamdan oluşan iki düzlemsel boyutun yanısıra, biri sınıfsal, biri tarihi ve biri de kültürel olmak üzere, gerçekte en az üç boyutta daha uzanan lanetli bir sınırın ikilikçi (dualist) coğrafyasına mahkum edilmek üzeredir. Dünya haritalarının birinci hamur kağıda has geleneksel incelikleri, öte yandan, zararsız bir sıradanlık olmaktan çıkmış, uygarlığın küresel iktidar söylemlerinin, siyasi coğrafyayı iki boyutlu bir gerçeklik olarak kurgularken yararlandıkları kültürel bir zayıflığa dönüşmüştür.
 
Coğrafyanın iki boyuta indirgenmişliği, bir yandan, küresel iktidar düzeninin, güncellik içersinde, çıkarlar, dengeler, ittifaklar vb. bir takım basmakalıplaşmış anahtar kavramlarla açıklanabilecek, devletlerarası, basit ve anlaşılabilir bir siyaset oyunu gibi algılanmasını kolaylaştırırken, diğer yandan, bu küresel iktidarın günübirlik meşrulaştırılmasını üstlenmiş belirli söylemlerin uygulayımsal yöntemlerinin işledikleri zemini oluşturmaktadır. Modern işleyişin yetkin karmaşıklığı içersinde, meşrulaştırma söylemleri, doğrudan iktidar etkisine yönelik olarak değil, fakat bu etkiyi yaratacak başka söylemlerin meşrulaştırılmalarını sağlayacak şekilde işlemektedirler. Bu söylemlerin üstünde yükseldikleri en belirgin uygulayımsal yöntemlerden birini gerçekliğin çevirisi (translation of reality) şeklinde kavramlaştırıyorum. [d2] Bu yöntemde, gerçekliğin iki ayrı ve örtüşmeyen resmi, sözel dildeki mecaz olgusuna benzer bir şekilde, metaforik olarak birbirlerine bağlanmakta ve bu resimlerden biri, bağlandığı diğer resmin yerine kullanılmaktadır. Meşrulaştırma söylemince sömürülen resim, üstüne üretilen bilgi ve varılan yargılarla, aslında, metaforik gönderme yapılan ama söylem çerçevesine alınmayan öteki resmin yerine geçmektedir. Diğer bir deyişle, meşrulaştırma söyleminin nesnesi olan gerçeklik, söylem çerçevesi içersinde aslıyla değil, bir başka gerçekliğe çevirisiyle yer almaktadır.
 
Söylemler çoğunlukla birden çok uygulayımsal yöntemin içiçe kullanıldıkları, iyi dokunmuş dilsel örgüler oluştururlar. Bu nedenle, gerçekliğin çevirisinin açıklıkla görülebildiği bir örnek metin ya da fotoğraf bulabilmek için oldukça yorulduğumu itiraf etmeliyim. Ancak aşağıda gördüğünüz ve The Economist dergisinin 5 Eylül 1992 tarihli sayısında yayınlanan "21. Yüzyılda Savunma" başlıklı bir haber-araştırmadan alıntıladığım harita öylesine mükemmel bir örnek oluşturuyor ki çizerine şükran duyamadan edemiyorum.
 

Şekil: (metinde anılan sayıdan) Survey Defence in the 21st Century, özel bölüm - sayfa 4.
 

 
Söz konusu haber-araştırmada, The Economist yazarları, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte ortaya çıkan o günkü belirsizlik ortamını değerlendirmeye yönelik akıl yürütmekte ve kargaşa, sıcak savaş, çıkarlar gibi anahtar kavramları kullanarak, yazının yazıldığı tarihten itibaren ortaya çıkabilecek güvenlik ve denge sorunlarına çözümler önermektedirler. Haber-araştırmanın eksenini, savunma ve güvenlik konuları oluşturduğundan, dünyanın kültür coğrafyalarına doğrudan herhangi bir göndermede bulunulmamaktadır.
 
Ne var ki yukardaki dünya haritasına baktığımızda, olası sıcak savaş ve çelişki alanlarını göstermek üzere tasarlanmış bu haritada, kırmızı çizgilerle taranmış ve güncel tehlike alanı olarak gösterilmiş olan bölgenin, göz kamaştırıcı bir isabetle, Fas'tan Kazakistan'a kadar uzanan İslam ülkeleri coğrafyasıyla örtüşmekte olduğunu görüyoruz. 1992'nin belirsizliği içersinde hazırlanan bu güncel tehlike kuşağı resmi, aslında, İslam coğrafyasının bir çevirisidir ve 1995'te çizilmekte olan dünya haritalarının ve 21. yüzyılda uygulanması tasarlanan dünya siyasetlerinin meşrulaştırıcı bir öncülü olarak işlev görmektedir. Çevre dünyanın, uygar iktidarın meşru bir etkime alanı olarak gösterilmesi, bu siyasetlerin koşulunu oluşturmaktadır. İslam coğrafyasının, meşrulaştırma söylemlerince, hemen her gün türlü diğer gerçeklik resimlerine çevrilmiş olarak nesneleştirilmesinin ardındaysa yalnızca geleceğe değil aynı zamanda geçmişe yönelik kültür siyasetleri yatmaktadır.
 
Çeçenistan'ın Dünyadaki Yeri

Çeçen-Rus savaşı, kuşkusuz ki 11 Aralık 1994'te başlamadı. 1785'de Kuzey Kafkasya'ya yerleşme kararlılığıyla inen çarlık ordularıyla, halk kahramanı Uşurma'nın önderliğinde savaşan Çeçenler, yaklaşık ikiyüz yıllık bir direnme geleneğine sahipler. 1859'da Şeyh Şamil'in esir düşmesiyle Kuzey Kafkasya'nın diğer halklarıyla birlikte ilk kez yabancı işgalciye boyun eğmek zorunda kalan Çeçenler, 1877 Türk-Rus savaşı sırasında, 1917'de, 1941'de ve nihayet 1991'de her defasında kanla bastırılan ayaklanmalara giriştiler. İkinci dünya savaşındaki ayaklanmanın ertesinde, işgalci Alman ordularıyla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle soykırıma uğratılarak yurtlarından kovulmuş ve uzun yıllar süren mücadelelerle ülkelerini yeniden karış karış kazanmış olan bu destan halkın, 11 Aralık'ta saldıran Rus kuvvetlerine kolayca teslim olmayacağı açıktı. Bununla birlikte, Çeçenlerin, bire on sayı üstünlüğüne sahip ve yüksek donanımlı bir orduya karşı bir kaç haftadan daha fazla dayanabileceklerine ihtimal verilmiyordu. Kuzey Kafkasya'nın kaderinde bir değişiklik beklenemezdi.Ancak olaylar beklenilen çizgide gelişmediler. İşgal ordusu, donanımsız Çeçen savaşçıların karşısında neredeyse gülünç bir hezimete uğradı. 10 Ocak 1995'te ilan edilen, ne ki yalnızca bir kaç saat dayanan ateşkes sonrasında, Ruslar artık, Çeçen başkenti Grozni'yi göğüs göğüse çarpışarak ele geçiremeyeceklerini anlamışlardı. Güncel tarihin en vahşi hava bombardımanlarından biri başlatıldı. Yirmibin civarında hayata malolan bu uzun ve soluksuz bombardımanın ardından, isyancı Çeçenler taş taş üstünde kalmayan Grozni'yi terkederek ülkenin güneyindeki dağlık bölgeye çekildiler. Bu yazıyı yazdığım tarihlerde, Çeçenler geçici başkentlerini Şali kasabasına taşımış ve işgal ordusuna karşı hat savunmasından satıh savunmasına geçmişlerdi.
 
Moskova iktidarının, Rusya'nın siyasi bütünlüğünü koruyabilmek için, Çeçenistan sorununu mümkün olan en kısa sürede ve gerekirse kaba kuvvetin sonu gelmez vahşetine de başvurarak bir çözüme kavuşturmayı amaçlamış olmasına karşın, bu savaşın sonunun gelmeyeceği ortadadır. Çeçenistan'da ortaya çıkacak çözümsüzlüğün nedenleri olarak, Rusya'da devlet aygıtının zayıflaması ya da Çeçenlerin tarihle kanıtlanmış boyuneğmezlikleri gösterilebilir. Bununla birlikte, Kuzey Kafkasya'nın görülebilen yakın bir gelecekte yavaşlatılmış sıcak savaş bölgesine dönüşecek olmasının asıl nedeni, yeni dünya düzeninin böyle çözümsüzlük bölgelerine duyduğu şiddetli ihtiyaçta aranmalıdır.
 
Çevre dünyayı biçimlendiren çözümsüzlük bölgeleri çoğunlukla yerel tarihi değişkenlere bağlanarak açıklanmakta, geniş insan topluluklarının maddi hayatlarını, manevi dünyalarını ve geleceklerini kasıp kavuran yavaşlatılmış sürekli savaşlar, uygar dünyanın aksi yöndeki iradesi ve müdahalelerine rağmen, önlenemeyen bir kendiliğindenlik içersinde sürüyormuş gibi gösterilmektedir. Oysa Kuzey Kafkasya'dan Ruanda'ya dünyamız alev alev yanarken, yaşadığımız çağın en büyük çelişkilerinden birini cisimleştiren İsrail-Arap sınırında, tarihin alıştırıldığımız akışına ters yönde bir barış tasarımı, taraflardan birinin iradesine karşın, devasa kaynakların seferber edilmesiyle adım adım hayata geçirilmektedir. Bunca pahalı bir barışı elverişsiz koşullarda dayatabilen uygarlığın, Bosna'dan Somali'ye dünyanın diğer bölgelerinde görünürdeki aczi bir tezgahtan başkaca bir şey değildir. Batılı iktidar odaklarının yeni dünya düzeninin kurulması ve yürütülmesine yönelik küresel siyasetlerinin en önemli ayaklarından birini yavaşlatılmış sıcak savaş bölgeleri oluşturmaktadır. Evet ama, dünya ticaret yollarını tıkayan, olası pazarları yokeden ve mevcut güç dengelerini sürekli olarak tehdit eden bu çözümsüzlükler nasıl bir işlev görmektedirler? Çeçen halkının ödediği kan bedelini kimler fatura edeceklerdir?
 
Küresel Bonzai ve İkebana

Uygarlığın hakimlerinin yeni küresel siyasetlerinin hedeflerinden biri, dünya coğrafyasında söz sahibi olabilecek, bununla birlikte yerleşik uluslararası iktidar düzeniyle kalıcı bir uyuma gitmeleri tarihi ve kültürel nedenlerden dolayı olanaksız olan devletlerin yalıtılmaları ve bunların güç kaynaklarının kurutulması olarak ortaya çıkmaktadır. Asya ile Avrupa arasında, emperyalist mirasa sahip üç geleneksel iktidar aygıtını barındıran Rusya, Türkiye ve İran'ın, güç kazanmaları durumunda, dünya hakimiyetinden, bu hakimiyetin mevcut üleşenlerinin aleyhine pay talep edecek oldukları bilinen bir şeydir. Bu üç devletten, özellikle, soğuk savaş döneminde dünyanın ikinci hakimi haline gelmiş olan Rusya'nın, cüssesi, kaynakları ve henüz vazgeçmediği küresel hakimiyet iddiasıyla, yeni dünya düzenine giden yoldaki en önemli engellerden birini oluşturduğu söylenebilir. Çarlık mirası sömürge kuşağını artık yitirmiş olmakla beraber, Rusya, henüz yeterince küçülmüş değildir.

Oysa ki Sovyetler Birliği'nin korkulan çalkantılara yol açmadan, deyim yerindeyse, neredeyse buharlaşarak dünya haritasından silinmiş olması, uygarlığın başkentlerindeki siyaset tasarımcılarının, Rusya'nın daha da küçüleceğine dair inanç ve umutlarını arttırmıştı. Bu tasarımların uluslararası görücüye çıkarıldığı sergi yerlerinden biri olarak düşünebileceğimiz The Economist dergisi, yalnızca Eylül 1992'den Mart 1993'e, Rusya'nın geleceği üstüne tartışmaların oldukça yoğunlaştığı takribi altı aylık bir dönem boyunca, biri kapsamlı bir haber-araştırma çalışmasında olmak üzere, tam altı kez bu ülkenin bölünmesini konu alarak işledi. [d3] Ne var ki Rusya'nın daha da küçülmesinin kısa dönemde gerçekleşmeyeceği 1994'ün başlarında artık anlaşılmıştı. O tarihten bu yana, dikkatli gözlerle bakıldığında, Rusya'nın 19. yüzyılın yaygın siyasetlerini andıran askeri kabadayılığına verilen sözümona gönülsüz tavizlerin, aslında bu ülkeyi sınırları boyunca yavaşlatılmış sıcak savaş bölgeleriyle kuşatmaya yönelik olduğu görülebilir. Geçtiğimiz yıl boyunca, Rusya'da şahinlerin ve yayılmacıların giderek güç kazandıkları ve dünya barışının Moskova'daki ehven-i şer iktidarın ayakta tutulmasına bağlı olduğu şeklinde özetlenebilecek bir kurmaca gerçeklik, iletişim tekellerince zihinlerimize yerleştirilirken, Moskova'ya verilen işaretler de, bu ülkenin, eski sömürge kuşağında sınırlı maceralarına izin verileceği iletisini taşımaktaydı.
 
Küresel bonzai siyaseti, tehlike arzeden üçüncü iktidar odaklarının yavaşlatılmış sıcak savaş bölgeleriyle sarılarak denetim altına alınmasını amaçlamaktadır. Ankara'da ya da Moskova'da, siyasi tıkanmışlığa has dengelerin ayakta tuttuğu zayıf iktidarlar süreğenleşmiş meşruiyet bunalımlarından geçici kaçışların peşinde, kendilerine sunulan yeşil ışıklara siyasi bilinçsizliğin fırsatçılığıyla dört elle sarılmaktadırlar. Oysa bu iktidarların, kendi bölgesel sorunlarını çözmek amacıyla giriştikleri askeri harekatlarda, akıtılan onca insan kanına rağmen, gerçek anlamda bir çözüm üretmelerinin olanağı olmadığı gibi, kendilerine tanınmış sınırlar içersinde atacakları bütün adımlar, çözümü amaçlanan bölgesel sorunun ısıtılarak küresel pazarlık masasına getirilmesi sonucunu doğuracaktır.
 
İletişim tekellerince, bütünüyle kurmaca bir gerçeklik olarak üretilen dünya kamuoyu ve son yıllarda giderek artan bir etkinlikle devreye sokulduklarını gördüğümüz NGO'lar (Yönetimlerle Bağlantısız Örgütler, İng. Non-Governmental Organizations), bölgesel sorunların getirildiği pazarlık masalarında savcıları ve seyircileri oynamaktadırlar. Bu noktadan itibaren, sorunlar, onları doğrudan yaşayan kitlelerin malı olmaktan çıkarılarak, masaya çağrılan üçüncü güç ile yerleşik küresel iktidarın sahipleri arasındaki hiyerarşik ilişkinin dama taşlarına dönüşmektedirler. Moskova, kendisine Çeçenistan'da tanınmış olan hareket alanının faturasını, Ön ve Orta Asya petrolleri üstünde bir süredir yaşanmakta olan soğuk savaşta cephe kapatarak ödemek zorunda kalacaktır. Sözgelimi, Çeçenistan sorununun sonu gelmez bir gerilla savaşına dönüşmekte oluşu, Rusya'nın, bu bölgeden geçen ve bir kaç yıl öncesine kadar işlerliğini muhafaza eden petrol hattından artık mahrum kalmış olması anlamına gelmektedir. Yine, Ankara'nın Güney Kürdistan'a müdahalesi, Türkiye'nin bölgesel sorununu çözmek şöyle dursun, büyük olasılıkla Ermenistan'a açılacak bir hava koridoru ya da Irak'la ticarete getirilecek yeni sınırlamalar şeklinde, Türkiye toplumunun meşru iradesine aykırı geri adımların atılması sonucunu yaratacaktır.
 
İkebana siyaseti, öte yandan, küresel pazarlıkların üstüne çekilen uygarlık cilasının üretimine ve uygarlığın dışında kalmak üzere yaratılmış çevre-dünyanın vahşi görünüşlü bir bahçe olarak tanzimine yönelik olarak yürütülmektedir. Bu siyasetin başlıca yürütücülüğünü ise sanki usta bir heccavın kaleminden Yönetimlerle Bağlantısız Örgütler şeklinde isimlendirilmiş NGO'lar oluşturmaktadır.
 
Çeçenistan'dan Kürdistan'a
 
23 Nisan 1946'da Tebriz'de bir antlaşma imzalandı. Kent, 1941'de Sovyetler Birliği ve İngitere'nin uzlaşarak İran'a girmelerinden bu yana Sovyet askeri denetimindeydi. Antlaşmayı imzalayan taraflardan birini Kadı Muhammed, Hüseyin Seyfi, Abdullah Geylani önderliğinde Mehabad Kürt hükümeti, diğerini ise Cafer Peşvari, Sadık Badhan ve Hacı Mirza Ali Şabesteri önderliğinde Tebriz Azeri hükümeti oluşturmaktaydı. Antlaşma metni yedi maddeden oluşmaktadır ve henüz kaydadeğer askeri varlıklar oluşturamamış her iki hükümetin de olası sınır uzlaşmazlıklarını metne almayarak erteledikleri görülmektedir. Metni bütünüyle alıntılıyorum:

Madde 1 - İki taraf, zorunlu gördükleri zaman, her biri diğerinin ülkesine resmi temsilci tayin eder.
 
Madde 2 - Azerbaycan'da Kürtlerin nüfus bakımından Türklere oranla çoğunlukta oldukları bölgelerde devlet dairelerine Kürtler tayin edilirler. Kürdistan'da da Türklerin Kürtlere oranla çoğunlukta oldukları bölgelerde devlet dairelerine Türkler tayin edilirler.
 
Madde 3 - Her iki hükümet, ekonomik sorunların ele alınıp çözülmesi amacıyla bir ortak komisyon kuracaklardır. Bu komisyonun vereceği kararların her iki hükümetin önderleri için de bağlayıcı olması gerekir.
 
Madde 4 - Zorunluluk halinde iki taraf askeri bir antlaşma imzalayacaklar ve taraflardan her biri diğerine gereken desteği sağlayacaktır.
 
Madde 5 - İran hükümeti ile bu antlaşmayı yapan taraflardan biri arasında yapılmak istenen görüşmelere, öteki tarafın onayı alınmadan başlanılmayacaktır.
 
Madde 6 - Azerbaycan Halk Cumhuriyeti hükümeti kendi sınırları içinde yaşayan Kürtlerin dil ve kültür gelişmelerinde katkıda bulunmak amacıyla gereken tedbirleri alacaktır. Mehabad Kürt Cumhuriyeti hükümeti de kendi sınırları içinde yaşayan Türkler için aynı yükümlülüğü yerine getirecektir.
 
Madde 7 - Her kim iki halk arasındaki tarihi dostluk ve işbirliğini zedeleyici girişimlerde bulunursa ve her kim iki halkın ulusal birliğini ortadan kadırmaya çaba harcarsa, iki halk tarafından cezalandırılacaktır. [d4]

Bu belgede, ikinci dünya savaşı yıllarında, Güney Azerbaycan ve Kürdistan'da eşraf ve taşra aydınları elleriyle kurulan yöresel hükümetlerin ulaştıkları bilinç düzeyinin bir örneğini görmekteyiz. Ancak bu antlaşmanın imzalanmasını sağlayan koşulları yaratan Sovyet birliklerinin, bu tarihten yaklaşık bir yıl kadar önce, Çeçenistan'da insanlıkdışı bir soykırımı gerçekleştirmiş olduklarını da biliyoruz. Bütün bu bulanık resmin ardından görünen nedir?
 
Sovyet birliklerinin İran topraklarını terketmesinin ardından Güney Azerbaycan'da sol ve gelenekçi güçler arasında başgösteren içsavaş, Tebriz'in, hızla ilerlemekte olan İran kuvvetlerinin eline geçmesine yolaçtı. Mehabad hükümeti ise, Molla Mustafa Barzani'nin aşiret kuvvetlerine güvenerek direnme kararı almıştı. [d5] Ne var ki kısa bir süre sonra, Barzani'nin Mehabad'ta kurulmuş olan eşraf ve taşra aydınları hükümetine pek de öyle bağlı olmadığı ve Tahran'a karşı küçük kazanımlara dayalı kendi aşiret siyasetini takip edeceği anlaşıldı. Güçsüz kalan Mehabad hükümeti teslim olmayı seçti ve 1947 yılı başlarında Mehabad'ta ve Tebriz'de kurulan idam sehpalarıyla bu bölgede yakın tarihin bir dönemi kapanmış oldu.
 
Gerek Sovyetler Birliği'nin gerekse İngiltere'nin savaş boyunca destekledikleri Tebriz ve Mehabad hükümetlerini, savaşın hemen ertesinde yalnız bırakmış olmalarının ardında, Tahran'dan Kuzey ve Güney İran petrollerinin işletme haklarına dair aldıkları güvenceler yatar. Ancak bu müdahalelerin ortaya çıkardığı en önemli sonuç, Güney Kürdistan'da siyasetin ağırlıklı olarak aşiretlerin eline geçmesi olmuştur. Irak'ın kuzeyinde oluşturulan sözümona güvenlik bölgesinde, 19 Mayıs 1992'de yapılan seçimlere oğul Barzani'nin önderliğinde katılan Kürdistan Demokrat Partisi, 1946'da Mehabad'ta yetişmiş aydınlar eliyle kurulan yönetimi içine sindiremediğinden yıkılmasına seyirci kalmış olan partidir. 1992 seçimlerinden bu yana, dünyaya özerk Kürt yönetimi olarak sunulan bu bölgede partileşmiş iki aşiret örgütü arasında yaşanan kanlı çatışmalar, çevre dünyada uygar iktidarların müdahaleleriyle kurulan derebeylik düzenlerinin geleceksizliğini yansıtmaktadır.
 
Afganistan'da ve Ruanda'da bu süreç gerçekleşmiştir. Tajikistan'da aynı süreç tamamlanmak üzeredir. Çeçenistan'da, Temmuz 1992'de Latin esaslı alfabeye geçen ve başlattıkları bütün yeniliklerde güçlü bir coğrafya ve modernlik bilinci sergileyen bağımsızlıkçılar, verdikleri binlerce kurbanın ardından, bugün mahkum edildikleri gerilla savaşında yine aynı sürecin içine itilmişlerdir. Modern küresel uygarlık, bir yandan belirli bir mesafenin ötesinde tuttuğu, diğer yandan ehlileştirme siyasetleriyle taşeronlaştırdığı üçüncü iktidar odakları eliyle ya da doğrudan doğruya müdahalelerle, çevre dünyada modern toplumsal örgütlenmelerin ortadan kalkması yönünde etkiyen bir irade sergilemektedir. Batılı başkentlerin, tüm olumsuzluklara ve yoksulluklarına rağmen derebeylik düzenine geri dönmemekte direnen Eritre, Etyopya, Bangladeş ve Sudan gibi ülkelere yönelik düşmanca tutumları bu iradenin bir başka örneğini oluşturmaktadır. Türkiye, İran ve Rusya gibi üçüncü iktidar odaklarının, pazarlık masalarındaki sallantılı iskemleleriyse koşulların değişmesiyle her an altlarından çekilebilecek gibi görünmektedir. Irak örneğinde, ortaçağa geri gönderilmesi olanaksız gibi görünen ileri derecede örgütlenmiş bir ülkenin bile, gerektiğinde sanayileşmesinin son cıvatasına kadar sökülmesi yoluyla çevre dünyalaştırılmasına başvurulduğunu görüyoruz.
 
Yarasız Bir Bilinç
 
Türkiye insanının aydınlanma süreci hemen tüm evrelerinde "parçalanmışların biraraya getirilmesine yönelik" ve neredeyse hayat boyu süren verili bir uğraşı içerir. Modernliğin ruhlarımızı bir kader gibi bölen ve "bilgiyle hayatin", "doğruyla geçerlinin" uzlaşmazlıkları üstünde yükselen o sanrılı sınırlarının yanısıra, dünyalarımız da birbirlerine uymayan dişlilerin devindiği saat düzeneklerine benzerler. Çarkın dönmesi yolunda harcadığımız gücün büyük kısmı bu dişlilerin uymazlıklarında yitip gitmekte ve çoğu zaman kulak tırmalayan gıcırtılardan başkaca bir sonuç elde edememekteyiz.

Bütünlüklü bir dünyayı kendi içlerimizde gerçekleştiremediğimizden dolayıdır ki bütünlüğü içersinde kavranabilecek bir toplumu, "kendi toplumumuzu", modernliğin zamanını üretebileceği şekliyle ve olanca zenginliğiyle düşlemekten mahrumuz. Yöntem cahilleriyiz ve bir kaç yüzyıllık gecikmemizi telafi edebilmek gayesiyle çıktığımız koşularda tökezliyor, doğruldukça yine tökezliyoruz. Daryush Shayegan, bir umutsuzluk yapıtı olduğunu düşündüğüm, ancak coğrafyamiza dair çarpıcı yeni saptamaları içeren çalişmasi "Yaralı Bilinç"te cevabı verilememiş modernliğin bilinçlerimizde yarattığı tahribattan söz ederken şunları söylemektedir:

Modernliğin yapıları yeryüzündeki bütün kültürlere kendilerini kabul ettirdiler, bütün alanlarda tahribat yaptılar ve sonunda algılama aygıtımızın içine sızdılar. Tıpkı geçmişteki Ortaçağ kültürümüzün yerine kendileri de 19. yüzyılın büyük epistemolojik altüst oluşlarından doğan modern insan bilimlerinin geçmesi gibi, bakışımız da tarihselleşmiştir. Fakat bu sızma, bilinçli bir düşüncenin sonucu olmamiştir: İnsan bilimleri, onları doğuran süreç içsel olarak yaşanmadan edinilmiştir. Bu eksik halkanın doğurduğu sonuçlar vahimdir. İçsel olarak değişmemiş olmasından ötürü bilincin modernliğe "geç kalmış" olmasıyla durum daha da vahimleşmektedir. Modernlik, böyle yaşandığında bilinci aydınlatmak yerine bulanıklaştırmaktadır. Üstelik bilinç, hala gönül gözüyle görme paradigmasının etkisi altındadır. Bilincin kök saldığı bu varlık deneyinde, simgelerin örneksemeli doğası işler kalmakta; bakış, kültürel arketiplerin büyüsüne maruz kalmakta; ruh ise toplumsal ilişkilerdeki özdeşleşmenin içinde yüzmektedir. Her şey bireyin, yani benliğin kollektif bir kendilik yararına silindiği, zaman ve mekan niteliklerinin son derece hareketli kaldığı, varoluş biçimlerinin bir tür ortak mevcudiyet içinde kaynaştığı varlık biçimleriyle beslenir. [d6]

Ön Asya aydınlarının ileri ve modern olanla buluşmaları, Batılı aydının tarihi deneyiminin tersyüzü şeklinde gerçekleşti. Bizim bilinçlerimizde "keşifler düşleri" değil "düşler keşifleri" ya da diğer bir deyişle "deneyimler imgelemleri" değil "imgelemler deneyimleri" izlediler. Yanlışlıkla bulunmuş amerikalarımız olmadı. Mitosun ve gönlün bin yıllık rüyalarından süzdüğümüz düşlerimizi, bulunmuş amerikalara bağlamak zorundaydık; çünkü deniz bitmiş, dünya sınırlı bir yuvarlak olarak ortaya çıkmış ve coğrafya artık yalnızca öğrenilebilecek bir şey olarak sonlulaştırılmış ve belirlenmişti.
 
Bizim coğrafi bilinçsizliğimiz, onu hayal bile edemeyişimizde başlamaktadır. Gördüğümüz bir takım hayallerimiz olduysa bile, bunlar geçmişin görkemine müptela kuruntular olmanın ötesine geçemediler. Yeni bir dünya tasarlamayı bilmiyor, başkalarının tasarlanmış dünyalarında yer arıyor ya da çoktan ortadan kalkmış olan kendi dünyamızın yeniden tesisini, gelmeyecek olan bir mehdinin yolunu gözler gibi bekliyoruz. Dünyaya verilecek bir cevabımız ya da getirecek önerilerimiz yok; burnumuzun ötesine uzanamayan bulanık bilinçlerimizle, yalnızca itiraz etmeyi ya da hak vermeyi biliyoruz.
 
Türkiye'nin siyasi sınırları aydınınımızın imgeleminin de sınırlarını oluşturmaktadır. Cumhuriyet'in pragmaya dayalı kuruluş yıllarında son şeklini kazanmış milli misakı bir dogmaya dönüştürmüş biçimsel aklın, Türkiye'yi başka coğrafyaların bir uzantısı olarak kabullenen ölçübiçimsel modernliğin ve arka kapıdan batılılaşırken kültürel arketipleri ideolojik koşullanmalara dönüştürmüş gelenekçiliğin ortaklaşa kurdukları tilki kapanındayız. Modernleşme sürecinde, Ön Asya toplumlarının oluşturduğu özgün ve ortak kültür örgüsü giderek tarih dışına çıkarılırken, bu coğrafyayı tarihin akışında yeniden oluşturabilmek için, hayatın ve düşüncenin içinden çıkarılmış yaratıcı arayış ve buluşlara gereksinmemiz var.
 
Çeçenistan Türkiye'nin hiç bir yerinde değildir, ama kaderindedir. Ne var ki Türkiye aydınının Çeçenistan'ı, Ermenistan'ı, Azerbaycan'ı ve Kürdistan'ı alıp da içine yerleştirebileceği bir dünyası yoktur. İmgelemlerimiz öylesine derme çatma, köhne ya da çalma çırpma ki ülkemizin coğrafi devamlarını oluşturan bu bölgelerin tümünü kucaklayacak bir bakışı kaldıracak güçte değiliz. Türkiye'de devletin yerleşik iktidarının da, isyancı Kürtlerin de karşı meşruiyetler peşinde Avrupa başkentlerinin kapılarını tırmalamakta oluşları sefilliğimizin trajik bir kanıtı olsa gerektir. Bununla birlikte, yaralı bilinçlerimizin coğrafyamız karşısındaki acizliğini, Erbil'de bir toprak bütünlüğümüz türküsünün, Bakü'de kardeşlik nakaratlarının ve Erivan'da düşmanca önyargılarımızın ardına saklamayı başarmış olduğumuz söylenebilir. Ancak Grozni'de yaşananlara, ağıtlar yakarak dövünmekten öte biçareliğimizi ya da sömürgeleşmiş zihinlerin vurdum duymazlığıyla sırtımızı dönmüş olmamızı altına süpürebileceğimiz bir bahanemiz yok. Düşünmek, düşlemek ve somut önerilerle geri gelmek zorundayız, çünkü uygarlığın vahşi çevresine dönüştürülmekte olan dünya, bizim sahip çıkamadığımız kendi dünyamızdır.
 
Özcan Özbilge
Nisan 1995




Dipnotları
 
[d1] Yazıda atıfta bulunulan güncel olayların seyrinde The Economist dergisinin Aralık 1994 - Şubat 1995 arasındaki yayınları esas alınmıştır. Bu atıfların, yazının izleğinde önemli bir yer tutmadıklarını düşünmekle birlikte, taradığım çeşitli yayınlarda çelişkili tarihlerlerle karşılaşmış olduğumdan, hangi yayını esas aldığımı burada okuru bilgilendirmek amacıyla belirtmeyi gerekli gördüm.
 
[d2] Bu kavramı tasarlarken, çeviri ve tercüme sözcüklerinin hangisine başvurmam gerektiğine uzun süre karar veremedim. Çeviri sözcüğünü, burada kullandığım anlamıyla, şöyle açabilirim: anlamın ya da iletinin bir dilsel dizgeden bir başka dilsel dizgeye aktarılması. Sözcük, benim onu taşımak istediğim bağlamda, kök anlamının güçlenmesi nedeniyle, deyim yerindeyse sendeliyor. Öte yandan, tercüme sözcüğü, zihnimden söküp atamadiğim bir anlaşılır kılma vurgusunu beraberinde getiriyor. Oysa ki benim kavramlaştırdığım olgu, anlaşılır kılmaya bütünüyle ters bir süreci içermektedir. Sonuç olarak çeviri sözcüğünde karar kıldım. Kavramın İngilizce karşılığını ise yalnızca bir gönderme olarak ekliyorum. Meşrulaştırma söylemlerini konu alan bir başka çalışmada, uygulayımsal bir yöntem olarak gerçekliğin çevirisi üstünde daha etraflıca duracağım; bu yazıda çerçevemizin gerektirdiği ölçüde değiniyorum.
 
[d3] 5 Eylül 1992, 21 Kasım 1992, 5 Aralık 1992(geniş kapsamlı haber-araştırma), 26 Aralık 1992, 30 Ocak 1993 ve 27 Mart 1993 tarihli dergi sayılarında.
 
[d4] Birden çok kaynakta antlaşma metninin aslının Farsça olduğu bildiriliyor. Buraya alıntıladığım metni Mehmet Emin Bozarslan'ın Arapça çevirisinden Türkçe'ye kazandırdığı William Aegleton'un Mahabad Kürt Cumhuriyeti 1946 başlıklı çalışmasına dayandırıyorum (sayfa 194). Ancak Türkçe metnin çevirinin çevirisi olduğunu gözönüne alarak, İngilizce metinle karşılaştırıp bazı ufak tefek düzeltmelere gittim.
 
[d5] Aegleton'un verdiği rakamlarda, Mehabad Cumhuriyet hükümetinin örgütleyebildiği askeri gücün ağırlıklı olarak, çoğunluğu Irak'tan bu bölgeye geçmiş olan Barzani aşiret kuvvetlerine dayandığını gösteriyor.
 
[d6] Shayegan (sayfa 67)
 
Sav ve Karşı-sav
 
Aegleton, William Jr. - Mahabad Kürt Cumhuriyeti 1946, (Çeviren: Mehmet Emin Bozarslan), Koral Yayınları, İstanbul-1990.
 
Bremmer, Edited by Ray Taras & Ian - Nations & Politics in The Soviet Successor States, ISBN 0 521 43860 8, Cambridge University Press, New York - 1993
 
Gumpel Werner, Norbert Leser, Dmitrij Satonskij, Gerhard Simon - Der Zusammenbruch des Sowjetimperiums, Europaeische Rundschau, 91/4 Herbst, ISSN 0304-2782, Europa Verlag, Wien - 1991
 
Nixon, Rob - Of Balkans and Bantustans, Transition (An International Review), 60 New Series V3N2, ISSN 0041-1191, W.E.B Du Bois Institute, New York - 1993
 
Shayegan, Daryush - Yaralı Bilinç (Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni), Çeviren: Haldun Bayrı, ISBN 975-7650-70-6, (Metis, Istanbul - 1993)
 
Suny, Edited by Ronald G. Transcaucasia: Nationalism and Social Change, University of Michigan Press, Ann Arbor - 1983