index

31 Temmuz 1995 Pazartesi

DİLİN ARAFINDA YARATICI DÜŞÜNCE - Özcan Özbilge


Özcan Özbilge

Sayı : 3 / Temmuz 1995

DİLİN ARAFINDA YARATICI DÜŞÜNCE

(Yazının Amacı ve İşlevi Üstüne)

Tarihin günümüzden altı ila yedi bin yıl önce yazının bulunmasıyla başladığı düşünülür. Yazıdan önceki geçmişimize tarih öncesi adını yakıştırıyoruz. Bu yakıştırmada, dilin bilinçlerimize sessizce aktardığı bir değerler hiyerarşisi gizli: geçmişimizin önemsediğimiz ve değerli saydığımız bölümünden adıyla, geri kalanındansa onun öncesi olarak sözetmekteyiz. Ne var ki yazıyla yaşadığımız ve kaydettiğimiz bu yedi bin yıl içersinde geldiğimiz aşamada, biz insanların, türümüz adına gurur duyabileceğimiz bir durumda olduğumuz söylenemez. İnsanlık henüz oluşmuş değil. Şiddet ve sahtelik, incelmiş ve incelmemiş çeşitlemeleriyle, insanın yeryüzünü biçimlendiren etkinlikleri olarak geçerliliklerini koruyorlar. Düşünce ve hakikat, belki de tarihin ve tarih öncesinin hiç bir döneminde olmadığı kadar tehdit altındalar.

İnsan eğer tarihi yanlış yaptıysa, bunun yazının yanlış bulunmuş ve hayata yanlış geçirilmiş olmasıyla bir ilintisi olmalıdır. Yazı ve - daha geniş bir çerçeveden baktığımızda -sanat, insanların bir kısmınca, yedi bin yıldır bir ayrıcalık olarak icra ediliyor. Kitabın çok sayıda üretimi ve düzenli dağıtımı, sanayi devrimiyle değişen üretim ilişkilerinin gerektirdiği ölçüde eğitimin yaygınlaşması ve insanlararası iletişimin maddi olanaklarının çığ gibi büyümesi, okuryazarlığı değil, insan toplumlarının yazma ayrıcalığı edinmiş üyelerince üretilen yazının okunmasını yaygınlaştırmıştır. Okuryazarlık, modern toplumlarda hayata geçirilmiş olduğu biçimiyle, bir yandan yazarların okurları adına düşündükleri bir kültür iktidarının işleyiş zeminini, diğer yandan ileri kapitalist örgütlenmenin gereksindiği nitelikli işgücünün eğitilmesi, uzmanlaştırılması ve gerektiğinde yeniden eğitilmesi işlemlerinin vazgeçilmez koşulunu oluşturmaktadır. Oysa yazmak, bir ayrıcalık ve sanat olmasının yanısıra, düzenli düşünmenin de başlıca yöntemidir. Özgür ve yaratıcı düşüncenin bir geleceği varsa eğer, bu ancak, okumanın değil yazmanın, insanların bir etkinliği olarak yaygınlaştırılmasıyla mümkün olacaktır.

Estetik ve Kurtuluş

Estetik, bir bilgi alanı olarak, insanın yazı ve sanatta biçimini bulan yaratıcı eyleminin çözümlenmesini ve bu eylemin içerdiği başlıca sorunsalların anlaşılmasını amaçlar. Öte yandan, insan, yeryüzünde anlamlı ve nedenli bir varlık olarak bilincini, yaratıcı eylemi aracılığıyla kazanmaktadır. Georg Lukacs, Estetik'te, sanatın günlük yaşamdaki kaynaklarını araştırırken şöyle der: "... her sanatsal eylemin ardında şu soru gizlidir: Bu dünya ne ölçüde gerçekten insanın olan bir dünyadır ve insanoğlu bu dünyayı ne ölçüde insanlığına yaraşan bir dünya olarak onaylayabilir?" [d1] Ancak bu soru, insanın yalnızca sanatsal eylemlerinin ardında mı gizlidir? Doğayla ve diğer insanlarla karşılaşması içersinde, yeryüzündeki kendi varlığını anlamlandırmaya ve nedenlendirmeye yönelen özerk insan, bu çabasını içinde yeraldığı toplumsal alanlarda paylaşılan dillerde ifade ederek, kendine ve diğer insanlara maletmektedir. Sanatın da önünde sonunda bir dil olduğunu kabul edersek, insanın sormuş olduğu soruların cevaplarını ancak ifade ederek bulabileceğini, yaratıcı eylemin - özünde - bu cevapların ifadesini olanaklı kılan biçimlerin ortaya konulması olduğunu, bu eylemi gerçekleştiren insanın yalnızca kendi varlık bilincini değil aynı zamanda toplumsal bilinci de yaratmakta olduğunu ve yaratıcılığın tüm biçimlerinin yaygınlaşmasının toplumsal bilincin yükselmesinin önkoşulunu oluşturduğunu söyleyebiliriz. Marxçı düşünce geleneğinin bir başka önemli estetikçisi Avner Ziss, sanat ve düşüncenin diyalektik birlikteliklerini incelerken şunları söyler:

"Siyaset, ahlak, felsefe ve sanat, toplumsal bilincin yakın akraba biçimleridir; çünkü, aralarındaki biçimsel ayrımlara karşın, hepsi de aynı gereci ya da bir ve aynı gerçekliğin farklı görüngü ve yanlarını kavrarlar ve ayrıca onu etkilemekten de geri kalmazlar. Sanatın felsefeyle ve bilimle olan bağları onun bilgisel işlevini, siyasetle ve ahlakla olan bağları da ideolojik ve eğitsel işlevini etkiler. Bilimsel, felsefi, ahlaki ve siyasi ilkelerin, fikirlerin somutlaşması ve estetik bilgi olarak sanat, kendini toplumsal bilincin bu biçimleriyle karşılıklı etkileşim içinde dışa vurur. Bu işlevler birbirlerinden ayrılamaz olduğundan, sanat, her zaman toplumsal bilincin - bu adı geçen - biçimlerine pek yakın görünür." [d2]

Ziss'in saptaması yerindedir ve genel çerçevesiyle daima geçerli kalacaktır. Bununla birlikte, yazarın alıntıladığımız satırları, bu saptamanın yanısıra, ölümcül bir sorunu da içermektedirler: sanatın siyaset ve ahlakla ilişkisi, ideolojik ve eğitsel işlevsellik aracılığıyla kurulmaktadır. Evet, ama, burada ölümcül olan nedir?

Yaratıcılığın maddi doğasının ve toplumsal bilinçle ilişkisinin anlaşılmasını sağlamış ve günümüze paha biçilmez bir yöntem bilgisi dağarı bırakmış olan Marxçı estetik, hiç bir zaman sormamış olduğu bir sorunun, hayatta cevapsız bırakılmış boşluğuna düşerek boğulmuş ve 20. yüzyılın ikinci yarısında ortadan kalkmıştır. [d3] Yazı ve sanat, insanın insanlaşma sürecinin ürünleri olarak kavranılır ve yüceltilirlerken, bunların sınıfsız bir toplumda da neden hala ayrıcalıklı bireyler eliyle bütün toplum adına üretilmeleri gerektiği sorgulanamamıştır. Avner Ziss'in sanata eğitsel ve ideolojik işlevsellik atfeden yukardaki satırları, Ziss'in kendisinin, Lukacs'ın ve dünyanın tüm örgütlü toplumlarında yazının ve sanatın sahipliğine soyunmuş aydınların, iktidarların meşrulaştırılmasında istihdam edilmiş olmaktan, buna bilerek ya da bilmeyerek direnç göstermiş olanlar da dahil olmak üzere, neden kurtulamamış olduklarına işaret etmektedir. Yaratıcılığın toplumsal bilinçle etkileşiminin, bu insani etkinliği sahiplenen bir takım seçkinlerin üstünden dolaylandırılması ve yaratma eyleminin, eyleyen insanın kendini var kılmasına yönelik kendiliğinden bir işlevsellik yerine, toplumsal bir tasarıma doğrudan bağlanmış zorlama bir işlevselliğin kalıbına sokulması, dünyayı dönüştürmenin bir aracı olarak iktidardan vazgeçilememiş olmasıyla ilintili olmalıdır. Aslına bakarsanız, yazarların, düşünürlerin ve sanatçıların zümreleştirilmesi, modern toplumlarda, artık, toplumsal denetime yönelik uygulayımsal bir düzenlemeden başkaca bir şey değildir. İçi boşaltılmış bir akılcılık, kültürün en hızlı ve en çok satan ürünlerini piyasaya sunarken, yaratıcılığı metalaştırmakla kalmamakta, aynı zamanda özerk insanı bir tüketici olarak içerden fethetmeyi de amaçlamaktadır. Düşünen insan sezdiği, zincirlerinde kıvrandığı, lakin nereden geldiğini seçemediğinden adını koyamadığı bu denetimin karşısında çaresiz kalmış gibidir. Herbert Marcuse bireysel başkaldırıya biçilen kaderi, Tek Boyutlu İnsan'da, şöyle tasvir etmektedir:

"(...) bu uygarlığın en ileri alanlarında, toplumsal denetimlerin giderek bireysel başkaldırının bile köklerinde etkilendiği noktaya dek içselleştirilmiş, yüklenilmiş olmalarına şaşmamak gerekir. Bağdaşma tutumunu anlıksal ve duygusal temelli reddediş, sinirceli ve güçsüz görünmektedir. Çağdaş dönemi damgalayan politik olayın - işleyim toplumunun önceki evresinde yeni varoluş biçimlerinin olanağını temsil ediyor gibi görünmüş olan tarihi güçlerin yitişinin - toplumbilimsel ve ruhbilimsel yanı budur." [d4]

Bireyin başkaldırısının köklerine kimler uzanabilirler? Marcuse'nin kötümserliği biraz da bu sorunun cevabını vermemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Biz verelim: yazarlar, düşünürler ve sanatçılar kuşkusuz. Bu düzenlemeye uygulayımsal niteliğini, yaratıcılığın denetiminin bir amaç değil, geniş, derin ve kurumlaşmış toplumsal denetimin işlerliğini olanaklı kılan bir araç olması kazandırmaktadır. Ancak, yarattığı sonuçlar itibarıyla toplumsal bir işlevi yerine getiren bu aracın, toplumbilimin kavramlarıyla ortaya konulabilecek bir kullananı yoktur. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, yaratıcılığın denetiminin yürütülmesi, bütünüyle uygarlığın biçimsel aklına bırakılmış görünmektedir. Okumanın özerk insanın bir etkinliği olmaktan çıkarılarak tüketmenin bir biçimine dönüştürülmesi, öte yandan, gündeliğin içersinde sessizce seyreden kılgısal bir belirlenme süreciyle ortaya çıktığından, gerek yazarların gerekse okurların bu uygulayımsal düzenlemedeki kendi paylarını görmeleri zordur. Deyim yerindeyse, yaratıcılığın denetimi, ne yazarların ne de okurların bilerek katılmadıkları, buna karşın, sezdikleri ve duyumsadıkları, ancak kaynağını kendilerinin dışında aradıkları kısır bir döngü olarak işlemektedir.
 



Akıldışı uygarlığın hayata neden ve nasıl sorularını yöneltmekten aciz işçi karıncalara gereksinimi var. Bilinçlerimiz basmakalıplaştırılarak, bilinçaltlarımız açık ve habis yaralara dönüştürülerek ve vicdanlarımız uyuşturularak, bu karıncalar bizlerden devşiriliyorlar. Bu sahte kaderle mücadelemizde, yazarlar ve düşünürlerden artık fazlaca bir şey bekleyemeyiz, çünkü onlar, kabullendikleri ayrıcalıklarıyla, zaten yeniktirler. Öte yandan, yaratıcılık özerk varlığın teminatıdır, zira yaratma eylemi, bilincin yükselmesinin, bilinçaltının aydınlanmasının ve vicdanın özgürleşmesinin yolunu açmaktadır. İnsan kendini, bundan böyle, ancak yazarak, düşünerek, sanat yaparak ve başkalarını ise onlara örnek olarak kurtarabilir. Diğer bir deyişle, yazarlar, düşünürler ve sanatçılar bundan böyle sadece kendilerini kurtarabilirler ve kurtulmak isteyen diğerlerine örneklik edebilirler. Başkalarına onların adına yardım etmenin çağı kapanmış ve varolarak göstermenin doğulu ufukları açılmıştır.

Bir Gerilim Sanatı

Bir kaç sayfadır okumakta olduğunuz bu yazıda, anlatmaya çalıştığım her şeyi, tek ve kısa bir cümlede ifade etmeyi deneseydim, herhalde şöyle derdim: "Modern insanın kurtuluşuna giden yol kendini iyi ifade etmekten geçmektedir." Evet, ama her şeyi böyle tek ve kısa bir cümlede anlatmak mümkünse, neden uzun, etraflı, alıntılarla desteklenmiş ve okuruna ulaşıp ulaşamadığı her zaman tartışmalı kalacak bir yazıyı kaleme alıyorum? Sözün doğrusunu söylemek gerekirse, o tek bir cümlenin de, bu uzun yazının da, benim bu değişik biçimsel yapıların içine koymaya çalıştığım anlamı, aslına son derece yakın olarak yeniden üreterek okuyacak olan okurlar bulacağına kuvvetle inanmaktayım. Dahası, hem tek cümlelik ifadeyi, hem bu yazıyı anlayacak ve o tek cümlenin ancak bu yazıyı kendileri de yazabilecek okurlarca anlaşılabileceğini bilenler de olacaktır. [d5]

Ne var ki bir yazar olarak, benim, okuduğunuz satırları yazarken, elimde anlaşılacağıma dair bu inançtan başkaca bir şey olmadığını söyleyebilirim. Neyi anlatmak istediğimi biliyorum. Lakin, anlatmak istediğimi yazıya geçirirken başvurduğum sözcüklerin, başkalarıyla da, benimle konuştukları gibi konuşup konuşmayacaklarından emin olamam. Zira dilde aynı olan bu sözcükler, hayatta sonsuz çeşitlilikte karşılıklara denk düşmektedirler. Anlam, dilsel biçimlerin düzleminden baktığımızda bir yakıştırmadan ibarettir ve bir insandan diğerine ulaşıp ulaşmayacağı neredeyse bütünüyle iletişim koşullarına bağlıdır. Bununla birlikte, anlamlar tartışmaya meydan bırakmayacak bir geçerlilikle, insanlardan insanlara ulaşmayı bin yıllardır sürdürüyorlar. Düşünüyoruz, hissediyoruz, düşündüklerimizi ve hissettiklerimizi diğerleriyle paylaşmak üzere bunları çeşitli dillere başvurarak ifadeye yöneliyoruz. Ancak ifade ettiğimiz şeyin, ifade etmek istediğimiz şeyin aynısı olamadığını görüyor, dilin bizleri istemimiz dışında fırlatıp attığı derin sularda boğulmayı kabullenmenin ya da dilin anlama bitiştiği ufkun yönünde inatla yüzmeyi sürdürmenin sonu gelmez seçimini her defasında yeniden yaşıyoruz. Söylemek istediğimiz, ne denli hakikiyse, söylemesi o denli zorlaşıyor.

İfade etmenin bir gerilim sanatı olduğu üstünde, değişik düşünce okullarına mensup ve estetikten dilbilime, göstergebilimden kültür çözümlemesine kadar uzanan geniş bir bilgi alanında çalışmış çok sayıda kuramcı birleşmektedirler. Geçmişten günümüze düşünürlerin merak saldıkları bir bilgi alanı olarak dil felsefesinin tarihi eski Yunan'a kadar izlenebilirse de, dil ve düşüncenin karşılıklı ilişkisini ilk kez Vygotsky'nin, daha çok doğa bilimlerinin bulgularından yararlandığı Düşünce ve Dil başlıklı çalışmasında [d6], kuramsal bir çerçeveye oturtmayı denediğini söyleyebiliriz. Öte yandan, Vygotsky'den bu yana ortaya atılan, olgulara biçtikleri nedensellikler ya da vardıkları sonuçlar açısından birbirleriyle çelişen ve benim de pek çoğuyla uzlaşmayı düşünmediğim kuramların benzer yapısal kavrayışları yansıttıklarını görmekteyiz: Dil ile insanın dilden başka ve ondan ayrı bir şey olarak düşünsel/duyumsal etkinliği arasındaki ilişki, ikili bir karşıtlığı, lakin diyalektik bir birlikteliği içerir şekilde açıklanmakta; dilin bildirişim işlevini öne çıkartan kuramcıların bildirimin oluşması ve dili düşüncenin maddi yapısı olarak gören diğerlerinin ifadenin gerçekleşmesi olarak adlandırdıkları süreç, sözkonusu ikili karşıtlığın yarattığı gerilim koşullarına bağlanmaktadır. [d7] Gerilimin, neredeyse evrensel kabulü, bana ifadenin doğasını inceleyen tüm kuramcıların, bizzat kendi deneyimlerinden yola çıkmış olduklarını düşündürüyor. İfadenin gerçekleşmesi sürecinde gerilim, konuşmacının ya da yazarın, dilde henüz karşılığı yaratılmamış bir anlamlar ve ilintiler silsilesini, dilin biçimsel dağarının sunduğu olanakları zorlayarak yoktan varetmek amacıyla, diğer bir deyişle, dili bir ucundan yaratmak yönünde harcadığı zihinsel güçten ve dilin belleğinin bu güce karşı gösterdiği dirençten ortaya çıkmaktadır. Öyleyse, yaratıcı düşünmenin, dili yaratıcılıkla kullanmaksızın olanaksız olduğunu, daha doğrusu, yaratıcılığın dilde ve düşüncede ancak birarada ortaya çıkabileceğini söyleyebiliriz.

Dil-Düşünce

İfade, özünde, insan düşüncesinin ve duyuşunun biçim kazanmasıdır. [d8] Ancak ifade, biçim kazandırdığı düşünce ya da duyuşun yegane biçimsel karşılığı olmadığı gibi, içeriğinde, bu düşünce ya da duyuşun yanısıra, dilin dizgeselini, ifade eden öznenin kendisini gerçekliğin içersinde konumlandırışını ve ifade anında geçerli olan iletişim koşullarının bir kaydını da bulundurur. İnsanda düşünce ve duyuş, dilin dışında da devam ederken, dil onları biraz daha geriden insanın içinde de izlemektedir. Öte yandan, dil kendisinden daha fazla şeyleri de bünyesinde barındırma özelliğine sahiptir. Öyle ki, düşünce ve duyuşun dildeki varlığı, tuz ve iyotun deniz suyundaki varlığına benzetilebilir. Dil insan türünün toplu varlığının maddi bir ögesi olarak, bir iletişim aracı olmaktan önce, insan teklerinin ayrı ayrı düşünce ve duyuş dünyalarının toplu kaynağını oluşturmakta ve bu dünyaların sayısız ifade edimleriyle ayrı ayrı katılmaları sonucu ortaya çıkmaktadır.

Düşünce ve duyuş, insan tekinin dilden başka etkinlikleri olmalarına rağmen, insan kendi düşüncesini ve duyuşlarını da ancak dil aracılığıyla billurlaştırabilir. Bir başka şekilde söylemek gerekirse, dil yalnızca insanlararası iletişimin değil, insanın kendi varoluşunu tanımasına yönelik içsel iletişimin de başlıca aracı olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanlararası iletişimde dil, zaman ve mekan aşırı bağın maddesini oluşturur. Karşılıklı konuşan iki kişi, söylev veren bir konuşmacı ile onu dinleyen topluluk ya da bir kaç bin yıl önce yazılmış bir kitabın yazarıyla okuru arasında kurulan iletişim ilişkisi, dil üstünden, ancak dinleyen ile söyleyenin zaman ve mekan içersinde karşılıklı konumlanışları ile belirlenen koşullarda gerçekleşmektedir. Tüm ifadeler, sahiplerinin duyuş, düşünüş ve kendilerini gerçeklik içersinde konumlandırışlarını içermekle birlikte, dilde varlıklarını artık sahiplerinden bağımsız olarak sürdürürler. Bir ifadenin dildeki ömrü, karşılıklı konuşan iki kişinin kurduğu iletişimde, cevaplanacağı bir kaç saniyelik süreyle sınırlanabileceği gibi, bir kaç bin yıllık bir kitabın bulduğu her okurla sürerek uzayabilir. Öyleyse düşünce ve duyuşun dildeki varlığının ifadelerin ömrüne, daha doğrusu, dayanıklılıklarına bağlı olduğunu söyleyebiliriz. İfadenin zamanı ve mekanı aşması için, ak kağıda dökülmüş olması bir zorunluluk değildir. Dilin belleği, bir kaç saniye içersinde cevaplandırılmak ve unutulmak üzere sarfedilmiş bir cümleyi, yüklendiği duyuş ve düşünüşün içerdiği hakikat, geçerlilik ve gereklilikle doğru orantılı olarak, yüzyılların ve coğrafyaların ötesine taşıyabilir.

Düşünce, ifade edildiği, yani iletilebilir bir insan etkinliği olarak gerçekleştirildiği ölçüde, dilin içersinde bir ikinci dil olarak ortaya çıkmaktadır. İnsan öğrenilmiş ya da yaratılmış düşünme biçimlerine başvurarak akıl yürütmekte, diğer insanların düşüncelerini, onların başvurduğu düşünme biçimlerini biliyorsa ya da bu biçimleri yeniden yaratabilmenin, bir diğer deyişle, öğrenmenin kıyısındaysa anlamaktadır. Bir yazının ancak o yazıyı kendileri de yazabilecekler tarafından özüyle anlaşılabilecek olmasının, yazara yazdığı dilin aşılması gereken bir düşünce eşiği, okura okuduğu düşüncenin içine girilmesi gereken bir dil gibi davranmasının nedeni budur. Düşüncenin iletilmesinde, dinleyen, dinlediği düşüncenin diliyle, söyleyen, söylediği dilin düşüncesiyle karşılaşmaktadır. Söyleyen insan, iletişim koşullarının ve kendini konumlandırışının ifade ediminin ayrılmaz ögelerini oluşturması nedeniyle, düşüncesini hiç bir zaman saltık bir biçimde iletememekte, ancak dinleyen insan, kendisine ulaşan ifadeden, dilerse düşüncenin saltık bir biçimini çıkarabilmektedir. Öyleyse düşüncenin iki zihin arasında, yani insanlararası karşılaşma kipinde, büründüğü biçim ne salt dil ne de salt düşünce olmayıp, bu ikisinden başka ve her ikisinin de niteliklerine haiz dil-düşüncedir.

İnsanlığın düşünce mirası, zaman ve mekan aşırı iletilebilir bir şey olarak aslında bir dil-düşünce mirasıdır. Bu öyle bir mirastır ki bir dil gibi öğrenilebilir, bir gelenekten diğerine çevrilebilir. Dil-düşüncenin çevrilebilirliği dizgesel bir niteliği işaret eder. Dilsel dizgeler biçimlerin karşılıklı işlevsel ilişkiler içersinde biraraya gelmeleriyle oluşmaktadır. Buna karşılık, dil-düşüncenin, anlamların, dilin dizgeselliğine benzer bir şekilde, birbirleriyle ilişkilenmelerinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz Ancak anlamların birbirleriyle ilişkileri, onları taşıyan dilsel biçimlerin oluşturdukları dizgeye koşut değil, dikey olarak gerçekleşmektedir. Sayfalar süren uzun bir yazının, yeterli iletişim koşullarında, tek bir cümleye sığdırılabilmesinin ardında yaratıcı dil-düşüncenin bu mucizevi işleyişi yatar. Anlamlar, o tek bir cümlenin, algılanma sürecinde ardarda yaratacağı çağrışımları izleyerek ve yazardan okura doğru öylesine bir düzen içersinde sıralanmaktadırlar ki uzun ve karmaşık bir akıl yürütme süreci, emniyetinden boşalan bir zincirin akışının kolaylığı içersinde okurun zihninde yeniden yaratılabilmektedir.

Öte yandan, biliyoruz ki anlamın doğası dizgeselliği reddetmektedir. Bu son söylediğimizin ışığında, dil-düşünce kavramını sunduğumuz satırlarımızı şöyle bağlayabiliriz: Dil-düşünce, anlamların dilsel bir dizgeye mahkum edilerek biçimleştirilmeleriyle değil, fakat bu anlamların akışının, ifadenin gerçekleşmesi sürecinde bir dizge oluşturmasıyla ortaya çıkmaktadır.

Yabancılaşmanın Düzeni

Televizyon aygıtı, bu yüzyılın son çeyreğinde, ileri ölçüde sanayileşmiş Avrupa ülkelerinin kültür dağarına, yeniden, ancak bu kez bir iletişim aracı olarak değil, çağdaş bir put olarak girdi. 70'li yılların ortalarından itibaren plastik sanatlarda başgösteren televizyon seviciliğinin, Avrupa'nın kültür başkentlerindeki sergi yerlerinin loş ışıklarla gizemlileştirilmiş mekanlarını, boy boy ve çeşit çeşit, yanyana dizilmiş, tavana tutturulmuş, mermer kaidelere oturtulmuş, mor çuhalara sarılmış, ekranlarından anlaşılmaz görüntüler yayan, yanıp sönen ve cızırdayan televizyon aygıtlarıyla doldurduğuna tanık olduk. Ateşi gören ve kullanmayı öğrenen, nasıl ısıttığını ve yaktığını anlamasa da ateşle belirlenen ve onu yaşamışlığın getirdiği izlenimlerden yola çıkarak, ateşi içselleştirmeye, diğer bir deyişle kendinden kılmaya çalışan ilkel [d9] gibi, modern plastik sanatçı da, kavranılmaz bir hızla değişen ve bu nedenle giderek anlaşılmazlaşan dünyada, varlığını koşullayan uygulayım tanrısına bir gül uzatmaktaydı. Kültürün düzenlenmesine memur edilmiş küçük sanat uzmanlarınca yeni, deneysel, araştırmacı, postmodern ve benzeri, yaldızlı, ancak içleri çınlayan sözcüklerle övülen televizyonlu sergiler, modern plastik sanatçının çaresiz ve acınası varlığını uygulayımın varlığına armağan ettiği bağlılık ayinleri oldular. Bir zamanlar insanlığa yol gösterdikleri düşünülmüş - en azından öyle olduğu varsayılmış - resim ve heykel sanatlarının, günümüzde ulaştıkları bu noktada, yaratıcılık, bir yandan yerini kültür palyaçoluğuna bırakırken, diğer yandan özerk insanın bir etkinliği olmaktan çıkarıldı. Gidilecek bir yer olmayan bir dünyada avant-garde'ın kaçınılmaz çürümesiydi gördüğümüz.

Uygulayım dünyasının inşasına tasarımlarıyla katılan bir mühendis, plastik sanatçının televizyon aygıtına bağlılığını anlayamaz. Mühendisler, uzmanlıklarına bağlı olarak değişen oranlarda da olsa, televizyonun nasıl çalıştığını kavrar ve uygulayımın tüm ürünlerinin, yapılabileceklerin sadece küçük bir kısmına karşılık geldiğini bilirler. Yolu düşüp de girdiği bir modern sanat sergisinde karşılaştığı görüntüler, mühendise bir abartmayla karşı karşıya olduğu hissini verirler. Anlaşılabilir ve düzenlenmeye elverişli bir dünyanın insanı olarak mühendis, plastik sanatçının gizemci bir dinin büyücü-rahibini oynadığını ve gezdiği serginin, aslında bir tapınak mekanı oluşturduğunu aklına getiremez. Uygulayımsal ilerlemeyi tarih zanneden mühendisin sanatçıya öngörülebilir tepkisi, kulaktan dolma bilgilenmeler ve modern sanat üstüne üretilmiş basmakalıplarla beslenmiş bir dudak büküştür. Öte yandan, plastik sanatçıların da kuşkusuz mühendisler üstüne oldukça renkli yargıları vardır. İleri derecede örgütlenmiş modern kapitalist toplumlarda, iktidara, ona hizmet ederek katılan zümrelerin birbirleriyle ilişkilerinde sıklıkla ortaya çıktığını gördüğümüz küçümseme davranışının çözümlenmesi, bu iki hayat tarzının işlevsel yabancılıklarını bir ölçüde açıklayacaktır. Lakin, benim bu yazıda, mühendisle plastik sanatçının karşılaşmalarını örnek olarak getirmemin bir başka nedeni var. [d10]

Modernliğe özgü bir olgu olarak eyleyen özne ile eylenilen sanatın örtüşmesi, 19. yüzyıldan bu yana, toplumsal dokuyu oluşturan varoluş biçimlerinde büyük bir çeşitlenmeye yol açarken, daha derinlerde, insanın kendini gerçekleştirişinde de önemli bir değişikliğe işaret etmekteydi. İktidara katılmanın bir yolu olarak kendinden vazgeçmek, diğer bir deyişle, insan tekinin, bilincini kişisel dünyasının gerçekliğinden mümkün olduğunca kopararak toplumsal dünyanın ölçübiçimlerine teslim edişi, bu değişikliğin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Bugün geldiğimiz yerde siyasi ikbal avcılarına televizyon kameraları karşısında nasıl gülümsemeleri gerektiğinin öğretildiğini, başbakanların yapacakları konuşmaların çok bilmiş bir takım metin yazarlarınca önceden yazıldığını, devlet başkanlarının bildirdikleri görüşlerin pahalı danışmanlara ısmarlanmış basmakalıplardan başkaca bir şey olmadıklarını görüyoruz. Öyle bir dünyaya doğru koşturmaktayız ki uzak olmayan bir gelecekte siyasi alanda ve ardından toplumsallığın her boyutunda, iktidarı simgeleyen kişilerin özerk insanlar olarak varlıklarını büyük oranda yitirdiklerine ve öğretilmiş biçimleri ustalıkla tekrar eden maymunlara dönüştürüldüklerine tanık olacağız. Ne var ki gündelik siyasetin ya da her hangi bir başka toplumsal iktidarın sahipliğine soyunan insan teklerinin yaşadıkları ve kabullendikleri kişiliksizleştirilme trajedileri, bir buzdağının sadece görünen kısmını oluşturmaktadır.

Asıl sorun çok daha geniş olarak yaşanıyor ve farklı deneyimleriyle modern gerçekliğin içersinde yer alan tüm insanlar - hepimiz - bu sorunun pençesinde, onu hissederek, lakin çoğunlukla bilincinde olmaksızın kıvranıyoruz. Toplumsallaşma, insani varoluşun vazgeçilmez bir boyutu olarak, kapitalizmin son aşamasında, iktidar ilişkilerinin uygulayımsal bir düzeneği olarak ortaya çıkmaktadır. İkbal avcılarından ve toplumsal konum arayışında olanlardan beklenen, artık yeknesak bir kültürel uyum değil, iktidarın meşrulaştırılmasında istihdam edilebilecek ölçübiçimsel tarzlara uygun olarak kendilerini gerçekleştirmeye yönelmeleridir. Toplumsallaşan insan tekinin, kendini ifade etme aşamasında, ne oranda ölçübiçimsel ve ne oranda özerk bir yapıda gerçekleştirdiği, toplumun o üyesine tanınacak iktidar olanaklarını da belirlemektedir. Bir başka şekilde söylemek gerekirse, insanlardan bugün istenen, kendilerini daha dışarda, mümkün olduğu kadar dışarda gerçekleştirmeleridir.
 



İnsan teki zümrelere özgü düşünüş ve duyuş tarzlarını sahiplendiği oranda özerk varoluşundan ve yaratıcılığından vazgeçmek durumundadır. Televizyon kameraları karşısında nasıl gülümsemesi gerektiğini öğrenmeyi kabullenen ikbal avcısını, yukardaki çizimde dışarda varolmanın en ileri safhasına denk gelen ölçübiçimsel insana hayattan bir örnek olarak düşünebiliriz. Varoluşların ölçübiçimleşmesi, öte yandan, insan teklerinin ayrı ayrı deneyimler olarak yaşadıkları toplumsallaşma sürecinin, iktidar ilişkilerinin uygulayımsal bir düzeneğine dönüştürülmesinin koşulunu oluşturmaktadır. Mühendis ve plastik sanatçının, bu bölümün başında aktardığımız karşılaşmalarına şimdi yine dönersek, o karşılaşmayı yaşayan ölçübiçimsel kahramanlarımızın, içlerinde yer aldıkları zümrelerin yaygın duyuş ve düşünüş biçimlerine sahip çıkışları ve kendilerini özerk olmaktan ziyade bu zümrelerin temsilcileri olarak gerçekleştirişleriyle, aslında büyük bir varoluşsal aynılık içersinde olduklarını, ancak bu aynılıklarını farklı tarzlarda yaşadıklarını söyleyebiliriz.

Mühendisle plastik sanatçının birbirlerini karşılıklı küçümseyişleri, varoluşsal bir ayrılıktan kaynaklanan davranışlar olmadıklarına göre, bu davranışlarla hakiki bir çelişki değil, işlevsel nitelik taşıyan bir çatışma ifade ediliyor olmalıdır. Öyleyse iktidara hizmet ederek katılan iki zümrenin biçimsel çatışmalarının, modern iktidar ilişkilerinin bir uygulanımı olduğunu öne sürebiliriz. Bu uygulayım, insan tekinin toplumsallaşmasını bir iktidar düzeneğine dönüştüren uygulayımın aynısıdır. Ölçübiçimsel insanın, farklı tarzlara indirgenmiş kişiliklerle gerçekleştirdiği karşılaşmalar, öngörülmüş ve aynı iletişim koşullarında başka türlü gerçekleşmesi düşünülemeyecek toplumsal yaşantılar olarak, modern kapitalist toplumun, hakiki anlamda çoğul bir toplumsallığı taklit etmesini olanaklı kılan işleyimsel süreçlerden birini oluşturmaktadır.
 

Modern iktidarın bir uygulayımı olarak bu süreç, yarattığı çoğulluk etkisinin yanısıra, iktidara katılan zümrelere, birbirleriyle, yine ancak bu iktidar ağı üstünden çatışmasız bir ilişki olanağı tanımasıyla, aynı zamanda yetkin bir denetim düzeneğini çalışır kılmaktadır. Mühendisle plastik sanatçının farklı emek biçimleriyle güç verdikleri iktidar dizgesi, onları kendine katıldıkları oranda özerk varoluşlar olmaktan çıkararak ölçübiçimleştirmekte ve bir yandan da bu ikisinin ayrı hayat tarzlarını birer iletişim duvarına dönüştürerek onları birbirlerine yabancılaştırmaktadır. İnsanın kendini gerçekleştirmesinin bir boyutu olarak toplumsallaşma insandan insana bir süreç olmaktan çıkarılmakta ve neye hizmet ettiği artık önemsizleşen akıldışı bir dünyanın inşasına dönüşmektedir. Bu noktada, sanırım, Lukacs'ın yazımızın hemen başlarında alıntıladığımız sözlerini, artık bizim sözlerimiz olarak yankılayabiliriz: Bu dünya ne ölçüde gerçekten insanın olan bir dünyadır ve insanoğlu bu dünyayı ne ölçüde insanlığına yaraşan bir dünya olarak onaylayabilir?

Yaratma eyleminin temelini oluşturan soru Lukacs'dan bu yana değişmemiş, ancak bugün, yaratıcılığın geleneği, iktidar ilişkilerinin uygulayımsal bir düzeneğiyle ikame edilmiştir. Bu nedenle, yaratıcı düşünce ve duyuş, hayatın içindeki yerini alabilmek için, öncelikle hizmetkar düşünce ve duyuşla bağlarını koparmak, artık bir denetim düzeneğine dönüşmüş ayrıcalılığından vazgeçmek ve mesleki kılıfından sıyrılmak zorundadır.

Yazının Yeni Amacı

Tarihin bir yerinde veya her tarihin o her zamanki yerinde hastalanan ve yolunu yitiren insanlık, adını uygarlık koyduğu yanılsamalar dünyasına kendini zincirlemiş görünüyor. Ayrı ayrı insanların yaratma güçsüzlüklerinin toplamından başkaca bir şey olmayan biçimsel akıl, bu budalalar uygarlığının özsüz efendisi olarak, insanlardan ayrı ayrı ve tek tek boyuneğmelerini ve hizmet etmelerini talep ediyor. Makus bilimin, sanatın ve bunların uygulanımlarının hayatımıza hergün bir yenisini kattığı buluşlar ve ürünler, insan tekini zamanda ve mekanda özgürleştirmek yerine, biraz daha kuşatarak esir almaktalar. Düşüncelerimiz ve duyuşlarımız, öte yandan, dilin düşüncesini ve duyuşunu işgal etmeye yönelen biçimsel aklın kuşatması altındadır. Verili düşünce, iktidarın, binbir söylemle sömürdüğü dilin düşüncesi aracılığıyla, zihnimize uzattığı beşinci koldur.

Dil-düşünce dünyaları belirlenmiş insan teklerinin karşılaşmalarında hissettikleri yoğun yabancılaşma duygusu, karşılaşmaya katılan tarafların doğrudan iletişim kuramamak üzere koşullanmış olmalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Tüm iktidar konumları, insanlararası iletişimi, o iletişime aracı olarak katılanların düzenlemeye başlamalarıyla ortaya çıkmaktadır. İfade edimi, bazı insanlarca başka insanlar adına gerçekleştirildiği sürece, dil-düşüncenin yaratıcılıkla çoğalıp bereketlenmesi ve dünyanın gerçekten insanın olan bir dünya kılınması olanaksız kalacaktır. Yazının yeni amacı, bu nedenle, kendini bir iktidar aracı olarak iptal etmek ve yaratıcılığın bir ürününden çok bir taşıyıcısına dönüşmek olmalıdır. Bitirmekte oluğunuz bu yazı, sözgelimi, okurunu, bir benzerini kendisinin de yazabileceğine ve yazması gerektiğine ikna edebildiği ölçüde başarılı sayılmalıdır.

Mayıs 1995

Dipnotları

[d1] Lukacs, Georg - Estetik I, İstanbul -1985, sayfa 166.

[d2] Ziss, Avner - Estetik, İstanbul - 1984, sayfa 65.

[d3] Marxçı estetik bir bilgi alanı olarak ortadan kalkarken, bölündü ve sayısız parçaya ayrıldı. O parçalardan biri olarak kültür çözümlemesi, okuduğunuz bu yazının yöntemsel zeminini oluşturmaktadır.

[d4] Marcuse, Herbert - Tek Boyutlu İnsan, İstanbul - 1986, sayfa 29. Kitabın, çevirinin niteliğinden kaynaklandığını düşündüğüm, okura kolay kolay geçit vermeyen bir anlatımı var. Alıntıladığımız satırlardaki noktalama işaretlerini, okumayı kolaylaştıracağı inancıyla, yeniden düzenledim.

[d5] Wittgenstein Tractatus'un önsözünü açarken şöyle der: Bu kitabı belki de yalnızca, içinde ifade edilen düşünceleri ya da benzeri düşünceleri, evvelden kendileri de düşünmüş olanlar anlayacaktır. (Özgün metin: Dieses Buch wird vielleicht nur der verstehen, der die Gedanken, die darin ausgedrückt sind - oder doch aehnliche Gedanken - schon selbst einmal gedacht hat.) Wittgenstein'ın sözleri, yorumumca, düşünürün anlaşılacağına dair umutları ve kuşkularının bir sarmalını sunuyorlar. Bu sarmalı paylaşmakla birlikte, umutlarımıza kattığımız kuşku payının, biraz da yazmaktan ne de çok gönendiğimizin bir işareti olduğu kanısındayım.

[d6] Vygotsky, Lev S. - Düşünce ve Dil, İstanbul - 1985, metin.

[d7] Burada oldukça keyfi bir sınıflandırmaya gittiğimi itiraf etmeliyim. Lakin biraz daha etraflıca bir sınıflandırma sunabilmek için, dil ve iletişim kuramlarının derli toplu bir seceresini vermek ve zaten dallanıp budaklanmaya meyilli bu yazının izleğinden ziyadesiyle ayrılmak gerekecekti.

[d8] Bu cümleyi, içinde Kantçı ve belki de Aristotelesçi çağrışımlar bularak okuyacak olan okura, hemen ve hızla ikinci cümleye geçmeyi öneriyorum.

[d9] İlkel sözcüğünü yaygın olarak kullanılageldiği anlamıyla, ancak biraz hicvederek vurguluyorum.

[d10] Mühendis ve plastik sanatçı kişiliklerini, getirdiğim örnekte, kuşku yok ki, aynı varoluş biçiminin yaşanıştaki farklı tarzları olarak, ancak bu tarzların yaygın ölçübiçimler olarak yaşandığı zümreleri oluşturan ayrı ayrı insan teklerini mahkum etmekten kaçınarak kullanıyorum. Yalnız şu da var: örneğimizde mühendislere ya da sanatçılara haksızlık edildiğini düşünecek okurun, bu yazı boyunca sunduğum diğer görüşlere de katılmaması gerekeceğini söyleyebilirim, çünkü okuduğunuz yazı hayat tarzlarının sahiplenilmesini yaratıcılığın önündeki engellerden biri olarak saptamayı amaçlamaktadır.

Sav ve Karşı-sav

(bu dizinin önceki yazılarında verilen kaynaklara ek olarak)

Coseriu, Eugenio - Textlinguistik, Herausgegeben und bearbeitet von Jörn Albrecht, Dritte überarbeitete und erweiterte Auflage, UTB Für Wissenschaft (ISBN 3-8252-1808-2), Tübingen und Basel - 1994

Lukacs, Georg - Estetik I, Almanca aslından çeviren: Ahmet Cemal (özgün adıyla Aesthetik I), İkinci Basım, Payel Yayınları, İstanbul -1985

Lukacs, Georg - Estetik II, Almanca'dan çeviren: Ahmet Cemal (özgün adıyla Aesthetik II), Payel Yayınları, İstanbul -1981

Marcuse, Herbert - Tek Boyutlu İnsan (İleri İşleyim Toplumunun İdeolojisi Üzerine İncelemeler), Çeviren Aziz Yardımlı (özgün adıyla One-Dimensional Man), İdea Yayınları, İstanbul - 1986.

Vygotsky, Lev S. - Düşünce ve Dil, İngilizce (Eugeni Haufmann'ın yeniden düzenleyerek hazırladığı) metinden çeviren: Semih Koray), Kaynak Yayınları, İstanbul - 1985

Ziss, Avner - Estetik (Gerçekliği Sanatsal Özümsemenin Bilimi), Fransızca'dan çeviren: Yakup Şahan (yazarın Elements D'esthétique Marxiste başlıklı çalışmasından kısmen derlenerek), de Yayınevi, İstanbul - 1984


Kaynak : https://web.archive.org/web/20020603100100fw_/http://www.araf.net/dergi/sayi03/metinler/arafx953.shtml

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder