Onun nefeslenişi bir çıplak bedende ki kıvrılmış dizlerinde ayazla omuzlarında gölgeler odanın loşluğunda Ah, tutuşurum gecenin boşluğunda. Ses yok. Gölgesini görüyorum. Pervazın ardında duruyor, biliyorum, her an olabilecek olanın şiddetiyle beni yaşıyor. Safi ben kesilmiş, tüm benliğiyle beni yaşıyor. Hangi ben? Ben göremiyorum ama. Olamıyorum ama. Olamadığım yerde bir ilahi başlıyor. Her zaman böyle oluyor. Bir şeyler oluyor. Yokluğumda oluyor. Seyircisiyim. Seyircinin kim olduğunu bilemiyorum. O nefesleniyor. Aklında ben.
bal ve ateş ve yanısıra yaşadıklarımdır bakmak ve gezinmek o tenha kayalıklarında hayatın sereserpe ve ferah ve rüzgarlı elim saçlarında veririm saçlarımı da düşerim serbest hayatın boşluğuna. Haykırıyor: Yaz beni! Kan ter içersinde uyanıyorum. Yalnızca benim olmayan bir rüyayı görmüşüm sanki. Odanın duvarları göz bebeklerimde şekilleniyor. Bir çamur deryasından kurtulur gibi, zorlukla çıkıyorum yataktan. Sarsak adımlarım sakin bir zamansızlıkta. Derin pencereye yöneliyorum. Serin hava. Güzel sevda. Cümbüş sesleri geliyor uzaklardan. Sayfayı çeviriyorum:
Yüz şarkı söyler en üst
II Bu noktada, ne ard
Sayfayı çeviriyorum: (*) şiir, LeRoi Jones / Amiri Baraka, yazarın serbest çevirisiyle alıntılanmıştır. |
Bu blog, yazar çevirmen Özcan Özbilge'nin çeşitli kaynaklarda yayınlanmış yazı ve çevirilerini derleme çalışmasıdır.
31 Aralık 1995 Pazar
YAZ BENİ - Özcan Özbilge
30 Aralık 1995 Cumartesi
SÖZÜN DEĞERİ VE ÖZGÜRLÜĞÜ - Özcan Özbilge
Özcan Özbilge
Edebiyat Özel Sayısı
SÖZÜN DEĞERİ VE ÖZGÜRLÜĞÜ |
Bir Meta Olarak Özgürlükİfade, insanın kendini yapma eylemi olarak, mucizevi bir çeşitlilik ve boyutluluk arzeder. Çömlekçi tekerinin başına oturmuş yaşlı usta, bir anıtyapı tasarımını şekillendirmekte olan mimar, bir ezgiyi doğurmakta olan besteci ve bir kitle hareketini başlatma sürecindeki öğrenci önderiifade edimi içersindedirler. İfade süreci, kuşbakışı bir tasvirle, biri diğerinin maddesi olacak şekilde, üstüste sıralanmış çok sayıda biçimin eşzamanlı olarak üretildikleri koşut sürekliliklerden oluşur. Sözgelimi, konuşma esnasında bir yandan düşüncelerini ve duyuşlarını dile getirmekte olan insan, dilin biçimlerine dökülmüş olanı aynı an zarfında bir de seslendirerek söze dönüştürmektedir. Bu örnekte, soyutluğuyla kavradığımız insan düşüncesinin ve duyuşunun, diğer bir deyişle, anlamın, biçim kazanabilmek için ihtiyaç gösterdiği maddenin dil olması gibi, dile dökülmüş düşüncenin, kuramsal çerçevemizin kavramıyla dil-düşüncenin de maddesi ses ya da (bir adım ilerde) yazıdır. Çömlekçi ustasının ellerinde ifade edilen estetik duyuşun, çamura aktarılma sürecinde (yani ifade sürecinde) maddeye maledilen resminin, artık ustanın ellerinden koparak somutlaşması gibi, söz de sese ya da yazıya aktarılan dil-düşüncenin, dondurulabilir bir sureti, an içersinde ortaya konulmuş bir resmidir. Söz, ifadeden koparıldığında, diğer bir deyişle, anlamın bir kaç kez üstüste sureti çıkarılmış bu anlık resmi, ifade ediminin vektörel toplamından seçilerek ayrıştırıldığında, yeniden, ancak bu kez bir başka düzlemde, maddileşir ve serbest dolaşıma çıkar. Serbest dolaşımdaki söz, uyarlanabilir işlevli bir ürün ve el değiştirebilir bir meta olarak, geçerli mülkiyet ve ticaret hukukunun bir nesnesine dönüşecektir. İfadenin, biçim kazandırdığı düşünce ve duyuşun yegane karşılığı olmadığını, anlamın, henüz ifade sürecinde, öznenin kendini gerçekliğin içersinde konumlandırışı, dilin dizgeseli ve geçerli iletişim koşullarının bir bileşkesinde eriyerek dil-düşünsel biçim kazandığını hatırlarsak [d1], serbest dolaşımdaki söze ulaşana dek geçen uzun çeviri işleminde, düşüncenin ne denli korkutucu boyutlarda bir yoksullaşmaya ve indirgenmeye maruz kaldığını görülecektir. Öyleyse sözün değerini, ayakta durabilme gücünde, bir başka deyişle, ait olduğu ifade uzayını, taşındığı her zaman ve mekan noktasında, yeniden yaratabilme yetisinde aramamız gerektiğini söyleyebiliriz. Değerli söz, onu işlevsel bir erekle telaffuz etmeye kalkışan söylevcinin dudaklarına ve ideoloğun kalemine direnebilmeli, el değiştirdiğinde, yeni sahibine bir meta olarak yarar sağlamayı, yani gereksinimlere cevap vermeyi reddetmelidir. Modern ölçübiçimsel akıl, ifade ve sözü birlikte ya da muğlak bir içiçelikte kavrar. İfade ya da söz özgürlüğü denildiğinde ortaya çıkan kavramsal muğlaklık, ancak, bir tesadüf olmayıp, çağdaş Batı uygarlığının meşruiyet düzeneklerinin üstünde yükseldiği bir uygulayıma işaret eder. Özgürlük sözel bir eylem olarak, onu hedefleyen öznenin pragmasını öne çıkarırken, bir ifade deneyimi olarak aynı öznenin ethosuna hitap etmektedir. Öyle ki, bu çifte yüzlü ve kılıçtan keskin özgürlük, tıpkı insan emeğinin, artı değere dönüştürülerek gayri-insani bir dünyanın inşasında işe koşulması gibi, insan vicdanının da söylemlerin dolaşımına çıkarılan el değiştirebilir ve biriktirilebilir bir meta olarak, aynı gayri-insani dünyanın meşrulaştırılması doğrultusunda kullanılmasına olanak sağlamaktadır. Bir başka şekilde söylemek gerekirse, özgürlük, dünyanın inşasında işe yaradığınca geçerlilik kazanan nesnel-söylemsel bir kurgu, içi boşaltılan hayatın kurumasının önüne geçecek miktarda da insan tekine terkedilmiş öznel bir ifade alanıdır. Öte yandan, modern insan, önüne neredeyse bir kemik gibi atılan bu küçük öznellik ve özgürlük alanında dahi kendini bütünlükle gerçekleştirme imkanına sahip değildir. Zira, doğrudan insanın ruhsallığına yönelik bir iktidar uygulayımı olarak, ifade/söz özgürlüğü söylemi, hayatlarımızı dışardan kuşatmaya değil, yüceltilmiş bir takım davranışsal ölçübiçimlerle dayatılan, yapay bir ulamlandırma aracılığıylabölmeye yönelir. İnsani varoluşun ulamlandırılarak indirgenmesi, modernlik öncesi iktidar dizgelerince de başvurulduğunu gördüğümüz yaygın bir uygulayımdır; ancak günümüzde, ("bireysel/ toplumsal, özel/mesleki, öznel/nesnel" örneklerinde görüldüğü gibi) bu ulamlandırmalar insan hayatını bir çok kez üstüste ikiye bölmekle kalmaz, aynı zamanda ortaya çıkan yarım hayatları karşıtlık ve çelişki kiplerinde ilişkilendirir. Modern bilinç, bu nedenle, olası hemen bütün tezahürlerinde, henüz boy atarken toprağı asitli atıkla zehirlenmiş bir fidanın çarpıklıklarını taşımaktadır. İfade/söz özgürlüğümüzün uygarlığın başkentlerinde yasalarla [d2] güvence altına alınmış olduğunu biliyoruz. Ne var ki konuşmak, eğer dinleyenleriniz yoksa bir ifade değeri taşımaz. Modern kapitalist toplumun, anayurdunda ulaştığı son gelişme safhasında, konuşanların susturulmaları bir iktidar yöntemi olarak geçerliliğini yitirmiş olduğundan, söz konusu güvence, anlamlı başkaldırının meşru iletişim alanını tümden terketmesine, diğer bir deyişle, insan teklerinin topyekun susmaya karar vermelerine karşı işlerliktedir. Öte yandan, ısrarla yüceltilen ve gerçekleştirildiği öne sürülen özgürlük, aslen bir telaffuz etme serbestisinden başkaca bir şey olmayıp, bu işlevsel ve ruh doyurmayan serbestinin özgürlük olarak sunulması da, yine değerli ifadenin hasat edilerek akıldışı düzenin olmayan anlamını ikame etme amacıyla sömürüldüğü süreci tamamlamaktadır. Edebi ve eleştirel sözü, belagat ve söylevcilikten ayıran temel niteliklerinden biri, o sözün taşıdığı ifade değeridir. Öyleyse günümüzde, edebiyat ve eleştiri biçimlerini takıp takıştırarak söylemlerin dolaşımına çıkmış, hizmetkar ve işlevsel sözü nereye koymamız gerekmektedir? Alelade serbestinin özgürlük olarak pazarlanmasında olduğu gibi, umumi geçerlilik taşıyan süslü duyuş ve düşünce kırıntılarının da, edebiyat ve eleştirinin yerine ikame edilmesinin belirli ve dizgesel uygulayımlar aracılığıyla gerçekleştirilmekte olduğunu düşünebiliriz. |
İnsanın HendesesiOlguculuğun kurucusu Auguste Comte (1798-1857) [d3], bugün belki düşünce tarihinin gülünçlükler sayfasına yakıştırabileceğimiz ısrarlı mesleğine, insanın özgürlük diye bir sorunu olmadığını öne sürerek başlamıştı. Maddeci ve ideacı düşünceleri, deneysel olmadıkları gerekçesiyle rafa kaldırarak, başpiskoposluğuna soyunduğu yeni bir insanlık dinini [d4]ve olgucu çağı muştulayan Comte, 19. yüzyıl başlarında Avrupa'nın ortaçağ artığı köhne, yoksul ve kasvetli dünyasının, uygulamalı bilimlerin ilk başarılarıyla değişmeye başladığını görerek gözleri kamaşmış şaşkın ve hevesli bir kuşağın temsilcisiydi. Bununla birlikte yaşadığı çağa ve günümüze damgasını vurmuştur. Auguste Comte'a, bir düşünce akımı olarak, 20. yüzyılla birlikte aşılmış olduğu varsayılan, ancak aldığı yeni biçimlerle aslında halen sürmekte olanolgucu çağın yanısıra, toplumbilim (Fr. sociologie) kavramını da borçluyuz. Ancak, Comte'un toplumbilimi, kuramsal bir çerçevede geliştirilmiş yöntemlerin uygulanabileceği bir bilgi alanı olmaktan ziyade, René Descartes'tan esinlenmiş görgücü (İng. Empiricist), kuru bir mekanik gerekircilikle ulaşılmış ve telaffuzu anlamından büyük bir takım savsözlerle halelendirilmiş basmakalıplardan ibaret, bir çeşit toplum mühendisliğiydi. Olguculuğun iki önemli ismi, John Stuart Mill (1806-1873) [d5]ve Ernest Renan (1823-1890), Comte'un, yeni bir dünya kurma hevesinin giderek bir sayıklamaya dönüştüğü son dönemini önemsemeyerek, toplum mühendisliğine, modern milliyetçiliğin ve liberalizmin kurgulanmasında etkinlikle uygulanabilecek siyasi gerçekçilik kazandırdılar. Burada önemli bir ilintinin üzerinden geçiyoruz: Mill ve Renan, olguculuğun, felsefenin ve bilimin yerine talip olan bir düşünce akımı olarak silinirken, insanın insanı nesneleştirmesi sürecini tasdikleyici bir siyasi-toplumsal kavrayış olarak yaygınlaşmasını temsil etmektedirler. Dünyanın anlaşılmasından kaynaklanan coşku ve bunu izleyen güvendelik duyumu, tüm insanların paylaştıkları doğal bir deneyimdir. Güvendeliği, mutluluğun koşullarından biri olarak, başka başka hayatların yöneldiği ortak bir liman gibi düşünebiliriz. Anlaşılamayan bir dünya, içerdiği bilinmezlerle hayatın gündelik düzenli akışını tehdit ettiğinden, insan dünyayı anlaşılır kılmaya yönelir ya da bunu yapamıyorsa, dünyanın anlaşılır olduğu duyumuna ulaşmaya çalışır. Auguste Comte'un hevesli şaşkınlığı, kolayca anlaşılabilen bir dünyanın yarattığı abartılı güvendelik duyumundan kaynaklanıyordu. İndirgenerek anlaşılır kılınmış ve üstüne üstlük, uygulamalı bilimlerin erkek elleriyle biçimlendirilmeye boyun eğmiş bir dünyadan daha güvenlikli neresi olabilir? Olgucular felsefeyi de rafa kaldırmış olduklarından, insan zihnine yenilmiş bu biçare dünya, görünür bedeninin ötesinde saklayabileceği olası bilinmezliklerinden de arındırılmış, muazzam ve kadınsı birköle-mekan oluşturmaktaydı. Ne var ki, bilinemeyen, tehdit eden bir anlam olarak, insan hayatında ulamsal değil, metaforik bir yer tutar. Öyle ki, felsefenin olgucularca düşünce adına iptal edilmesi, aslında son derece simgesel bir seçime işaret etmektedir, zira bilinemeyeni insan hayatından çıkarmanın tek yolu, hayal gücünün mantığın hakimiyetine teslimiyetinden geçer. Auguste Comte'un, 19. yüzyılda henüz sadece bir ruh hali ve ikame-felsefe olarak ifadesine yöneldiği olguculuk, güvendelik duyumunun ardında koşan ve bu yolda kendi varlığını da indirgemeye razı olan modern erkeğin varoluşunda, ilkin bir siyasi-toplumsal kavrayışa ve ardından bu varoluşun temel biçimlerinden birine dönüştü. Hayal gücünün dizginlenmesi, ruhsal bir uygulayım olarak, erkeklerarası toplu bir iradenin yansıtıldığı dil aracılığıyla yaygınlaştı. Bu yaygınlaşma, önceleri meslekten, sonraları ise artık meslekten olmaları gerekmeyen mühendisler aracılığıyla gerçekleşti ve yine onların başına geldi. 19. yüzyılın son yarısında, insan bilimlerinin kapısını ilk kez siyaset ve toplumbilim aracılığıyla zorlayan mühendislerin, 20. yüzyılla birlikte antropolojiden dilbilime, oradan ruhbilime kadar uzanan geniş bir alanda giderek daha fazla söz sahibi olduklarına tanık olduk. Yaşadığımız yüzyılın ikinci yarısı, mühendisliğin, bir varoluş biçimi olarak, insan bilimlerinde hakimiyetini pekiştirdiği ve sanatı istilaya yöneldiği bir dönem oldu. Felsefe, özerk bir bilgi alanı olarak gülünçleşerek tarihdışına çıkarılırken, yapısalcı, yeni-olgucu ve göstergebilimci düşünce okulları, insan bilimlerinin bütünüylehendeseleştirilmiş alanları olarak ortaya çıktılar. Düşünce dünyamız, ellerinde cilt cilt istatistikler ve bilgisayar çıktılarıyla insani malzemenin bekçiliğine soyunmuş mühendis-ruhbilimcilerin, indirgenmiş ve özürlü kahramanlar aracılığıyla yapma insanlık durumları tasarlayan bilgiç mühendis-romancıların, ait oldukları dünyalardan koparılmış yaşantı kesitlerini kesip biçip yapıştırarak ödül avlayan mühendis-yönetmenlerin, uydurma post-modern durumu keşfetmenin şaşkınlığı ve hevesi içersinde tarihin sonunu ilan eden mühendis-düşünürlerin ve bunların hemen her alandaki sayısız benzerlerinin, titiz ve dakik bir gözboyama sanatını icra ettikleri bir tiyatro sahnesine dönüştü. Ancak bu tiyatronun yüksek bir talebe cevap verdiğini ve salonun her gece hınca hınç dolduğunu yadsıyamayız. Bu talebin bir nedeni vardır:geçerlilik. Mühendisler, zamanımıza gökten zembille inmediler. Sanayi devrimiyle, sanatçının öteki yüzü olmaktan çıkarak, başlı başına bir yaratı yöntemi olma yolunda gelişen mühendislik, dünyanın cildinin tarihte misli görülmemiş ölçeklerde yeniden şekillendirildiği çağımızda, giderek katlanan bir hızla yetke ve hacim kazanmış, modernliğin kültürel dokusunda, erkeklere özgü bir varoluş biçimi olarak cisimleşmiştir. Söylevciliğin çenesi düşük mirasçıları, aydınlar, uygarlığın söylemsel sergi yerinde kendi kendilerine gelin güvey olurlarken, iktidarın uysal hizmetkarları, mühendisler, varoluşlarını modern dünyanın maddesine aktararak çoğalmaktaydılar. [d6] Geçerlilik, mühendis yaratıcılığının dünyaya verdiği cevabının anlam yükünü oluşturur, ancak öyle ki, burada sözünü ettiğimiz yapısal ve görgül bir geçerliliktir. Köprüler, Eiffel kuleleri [d7], yollar, gökdelenler inşa ederken ve üretim, iletişim, ulaşım, bilgi-işlem devrimlerini adım adım tasarlar, geliştirir ve uygularken, doğayla ilişkisini, ilgili bilimlerin ve kapitalist işlevselliğin yetkinleşme sürecinin belirlediği verili bir zeminde yaşayarak, kendi biçimsel yetkinleşmesini gerçekleştirmiş olan mühendis, bir varoluş biçimi olarak, bilimlerde, felsefede ve sanatta yaygınlaştığında, bu kez toplumsal düzenle ilişkisini de verili yaşamaya başlamıştır. Bir başka şekilde söylemek gerekirse, mühendis, elini uzattığı toplumsal ve insani dokuya, doğal malzemeye yönelirken geliştirdiği işlevci ve indirgenmiş bir duyarlılıkla yaklaşmakta ve dünyanın düzeni verili bir zemin olarak dünyanın doğasının yerine geçmektedir. Lakin, siyasi-toplumsal verilerin doğal verilerin yerini almasıyla, işlev ve amaç üstüste gelerek bir ve aynı şeye dönüştüklerinden, insan mühendisliğinde geçerlilik, süreçlerden arındırılmış, salt yapısal ve verili olanın tasdiklenmesine yönelik bir nitelik olarak ortaya çıkmaktadır. Sözgelimi, bir köprünün geçerliliğinin, doğanın koyacağı koşullarda sınanması olanaklıyken, hendeseleştirilmiş düşüncenin ve duyuşun geçerliliği, ancak, mevcut siyasi-toplumsal düzenin koşullarında sınanabilmektedir. Öyleyse şunu söyleyebiliriz: insan ve toplum mühendisleri dünyayı değiştirmemekte, bilakis, siyasi olarak belirlenmiş bir değiştirilemezliğin içersinde ürettikleri geçerlilik aracılığıyladünyanın değiştirilebilirliğini geçersizleştirmekte ve kendi elleriyle ürettikleri bu sonucu siyasi değiştirilemezliğe geri besleyerek, yeniden bir verili koşul olarak kendilerine dönmesini sağlamaktadırlar. Bu ilişki, insanların biraradalığının bir kaç farklı düzlemini kesmekle birlikte, umutsuz bir kısır döngüden başkaca bir şey değildir. |
Birbaşınalığın ErdemleriGündelik yaşantılarımıza işleyen yapay ulamlandırmalarla, birinci kısımları içerde kalarak insan tekine teslim edilmek üzere, ikinci kısımlarıysa dışarda kalarak mevcut iktidar ve üretim ağına katılmak üzere, ikiz ve düşman yarımlara bölünmüş varoluşlarımızın içerdikleri karşıtlık ve çelişki ilişkisi, sözün değeri ve geçerliliği arasında ortaya çıkan karşıtlık ve çelişki olarak, dilde yeniden üretilmektedir. Geçerli söz, doğanın yerine geçirilmiş olan dünyanın düzenini başarıyla tasvir ederek, açıklayarak ve yeniden üreterek dolaşımdadır. Bu durumda, nesnellik, atfedilmiş bir nitelik olarak, aslında, geçerli sözün uyarlanabilir işlevselliğine ve el değiştirebilir bir meta olarak, taşındığı her yeni ifade uzayında işe yararlılığına işaret etmektedir. Söze bu sahte nesnelliğini kazandıran, sözün sahibinin, ifade edimi içersinde, kendini alabildiğince dışarda ve ölçübiçimlere uygun olarak varetmeye yönelmiş olmasıdır. Diğer bir deyişle, ifade eden özne, kendi hakikatinin öznelliğinden kaçtığı oranda geçerli sözün sahibi olabilmektedir. Nesnel ve öznel olanın bu çarpıtılmış coğrafyasında, estetik yansıtma, verimli çelişkililiğini yitirir, zira mevcut nesneler dünyasının dolaysız algılanması, nesnel olanın artık geçerli olanı işaret etmesi nedeniyle, olanaksızlaşmıştır. Hadım edilmiş imgelemlerin, verili koşullarda reddedilemez bilgiç satırları, bu kez edebi ya da eleştirel söz kisvesinde karşımıza gelen çıplak olgunun (factum brutum) dayatmacı ve boyun eğdirici niteliklerine haizdir. Öyleyse bu sözü, artık olgusal söz şeklinde adlandırabiliriz. Söz mühendislerinin, muazzam ölçeklerde inşasına giriştikleri geçerli edebiyat ve eleştiri tasarımı, tam da bu olgusal yapısından dolayı, değerli söze özgü yeni dünyalar yaratma kudretinden yoksundur. Lakin küreselleşme safhasına ulaşmış olan kapitalist uygarlığın, coğrafi dünyanın sonuna gelinmesiyle maddi metaforunu yitiren ufukları, artık kapanmış olduklarından, sözün, ideolojik temelde de olsa bir değerler hiyerarşisine bağlanmasını ve yeni dünyalar talep etmesini gereksiz kılmaktadır. Mevcut dünyanın abartılmış ve azman bir sureti olarak, geçerli söz, edebiyat ve eleştirinin bedenini teslim almış bir karşı-imgelem ve karşı-sorgulama gibi işlev görmekte, dünyanın kurulmasına değil, olduğu gibi yerleşmesine hizmet etmektedir. Tahakkümün bu kadife sağanağı altında, sesini arayan değerli söz, hizmetkar edebiyat ve eleştiriyle bütün köprülerini atmak, tavizsiz ve birbaşına dile gelme gücünü, metalaşmadan çoğalmak yolunda, yegane önlem olarak (yeniden) kazanmak durumundadır. Yankılanma güvencesine ihtiyaç göstermeksizin ifade edilebilmiş olan söz, verili koşullardan bağımsız bir ifade uzayı oluşturduğundan, taşındığı her zaman ve mekan noktasında metalaşmaya direnir. Burada yeni bir şeyden sözetmiyorum. İnsani ilerlemenin, büyük ustaların ve kutsal kitapların satırlarına aktarılmış adımları, soysuzlaşmaya ve çürümeye yüzyıllardır aynı şekilde direnmekteler. Günümüzde, yazının bir ürün olarak, yeryüzünde sebebiyet vereceği sonuçların, yazarın seçtiği varoluş kipiyle doğrudan ilintili olduğunu kavramış ender edebiyatçılardan biri olan Juan Goytisolo [d8], gelecekte yazarlık ahlakının bir başucu kitabı gibi okunacağını düşündüğümBirbaşına Kuşun Erdemleri (Las Virtudes del Pajaro Solitario) [d9] isimli deneysel romanını şu satırlarla sona erdirir: "birbaşınalıkta yaşadı
nihayetinde yazılan kitabın sayfalarını bir ve sonuncu kez kapayıp da diğer kuşlarla beraber uçmadan evvel." [d10] Goytisolo'nun, kitapta hesaplaştığı ve yerine geçtiği, ömrü kilise zindanlarında yalnızlık içersinde tükenmiş Alvarezli Aziz Yohanna'nın (San Juan de la Cruz, 1542-1591), işkencecilerince, yazdıklarını sayfa sayfa yutmaya zorlandığı rivayet edilir. Bu rivayeti Batı aydınlanmacılığının özgürlük söylemini takip ederek okursanız, içinde yeni bir şey bulamayabilirsiniz. Ancak, Goytisolo'nun hesaplaşması, sayısız tıpkıbasımını bugün de ülkemizde ve dünyada yaşamakta olduğumuz bu resime yeni bir ışık düşürür: madde kazanmış değerli sözünü, isyankar azize yutturanlar, vicdan iktidarının kalem bekçiliğine soyunmuş olan diğer yazarlardır. [d11] |
Şeytan Ayetleri1989'un Şubat ayı içersinde, İngilizce yazan müslüman Hint asıllı edebiyatçı Salman Rushdie hakkında verilen ölüm fetvasının haberi, dünyanın sokaklarına ve caddelerine dalga dalga ulaşırken, Aziz Yohanna'nın kaderi yeni bir tekrarın eşiğindeydi. Salman Rushdie'nin Şeytan Ayetleri isimli romanında, İslam peygamberinin küçük düşürülmesi ve gerçeğin tahrif edilmesinde gerekçesini bulan ölüm kararı, meşihat çerçevesinde verilmiş bir hükmün biçimlerini taşımakla birlikte [d12], modern dünyanın siyasi gerçekliğinde, emperyalist ve hakimiyetçi Batı modernliğiyle saltıkçı ve arındırmacı İran tersinden-modernliği arasındaki ideolojik meşruiyet savaşımında, ustaca hesaplanmış bir satranç açılımı etkisi yarattı. Ölüm fetvasını, İran'ın yalıtılmasına yönelik uluslararası siyasette işe koşulabilecek yeni bir malzeme olarak değerlendiren küresel iktidar, dört dörtlük bir meşruiyet çerçevesinde hızla ve etkin bir biçimde harekete geçtiyse de, arka bahçesinde birdenbire sokağa dökülen müslüman azınlıkların tırmandırdığı toplumsal gerilim, yakılan kitabevleri, Islamabad ve Bombay'da ölümlerle sonuçlanan kanlı gösteriler ve dünya İslam toplumlarının İran'la ani yakınlaşma sürecine girmeleri sonucu geri adım atmak zorunda kaldı. İletişim tekellerince, fetvanın duyurulmasının hemen ardından, ifade/söz özgürlüğü söyleminin taşıyıcılığında gündemin ilk sırasına oturtulan Hint asıllı edebiyatçı, olayların umulmadık ve baş döndüren akışı içersinde şahsına atfedilen uygarlaştırıcı mehdi sıfatını törenle giyinmeye hazırlanırken, çevresinde halelenen sesi sonuna kadar açılmış iktidarın giderek seyrelmeye başladığını gördü. Şeytan Ayetleri'nin müslümanların vicdanlarını yaralayıcı ifadeler içerdiğini önce hükümetler keşfetti. Kamuoyu imalatında uzmanlaşmış iletişim sanayi ve uygarlığın küresel iktidarına katılan özerk siyasi oluşumlar, bumüthiş keşifte, hükümetleri bir kaç ay geriden izlediler. 1989 yazı sonlarında, yani ölüm fetvasının yayınlanmasından yaklaşık altı ay sonra, Rushdie'nin çevresinde, gevşek örgütlenmiş ama geniş bir yazarlar topluluğu ve İngiltere devletince hayatını korumak üzere görevlendirilmiş güvenlik uzmanlarından başkaca hiç kimse kalmamıştı. [d13] Salman Rushdie, yeknesak sürgünü boyunca, dünya müslümanlarından bir kaç kez özür diledi ve 28 Aralık 1990'da The Times'da yayınlanan bir makaleyle yeniden müslüman olduğunu ilan etti. Bununla birlikte, yazar, müslümanlar adına konuşan bir takım kurum ve sözcülerin, fetvanın iptali için öne sürdükleri, Şeytan Ayetleri'nin yayından kaldırılması koşulunu kabule yanaşmadı. Tartışmalı kitabın yayın serüveni, 11 Temmuz 1991'de Japonca'ya çevirisini gerçekleştiren Hitoshi Igarashi'nin dövülerek öldürülmesiyle yeni bir boyut kazandı. 26 Eylül 1991'de Uluslararası Frankfurt Kitap Sergisi yürütme kurulunca, İranlı yazarların, ölüm fetvası yürürlükte kaldığı sürece, sergiye kabul edilmemeleri karara bağlandı. 24 Mart 1992'de, Şeytan Ayetleri'nin yayını uzun süredir bekletilen karton kapaklı ucuz bir baskısı İngilizce kitap piyasalarına sunuldu. Şubat 1989'dan bugüne, dünya çapında isim kazanmış yüzlerce önemli edebiyatçı, binlerce isimsiz ya da az tanınan yazar, çevirmen ve eleştirmen, değişik tarihlerde düzenlenen etkinliklerde Salman Rushdie ile dayanışmalarını sergilediler. Tüm bu kalabalık yazar topluluğu içinden, etkin katılımlarıyla dikkatimi çeken önemli isimleri zikredersem, oldukça renkli ve çeşitli bir yıldızlar geçidiyle karşılaşırız: Kathy Acker, Margaret Atwood, Nadine Gordimer, Günter Grass, Seamus Heaney, Francis King, Hanif Kureishi, Mario Vargas Llosa, Naguib Mahfouz, Norman Mailer, Harold Pinter, Carl Sagan, Edward Said, Johannes Mario Simmel, Susan Sontag, Wole Soyinka, Graham Swift, Alvin Toffler, Kurt Vonnegut, Arnold Wesker, Mehmet Yashin. Şeytan Ayetleri'nin yazarını, söylemsel düzlemde sadakatla ve taviz vermeksizin destekleyen etkin topluluk, bugün de, ağırlıklı olarak Batılı edebiyatçılardan oluşuyor; ancak yalnızca onlardan oluşmuyor. [d14] Bununla birlikte, zamanımızın önemli düşünürleri, toplumbilimcileri ve İslam ülkeler edebiyatçıları, Salman Rushdie vakasında, geçerli ifade/söz özgürlüğü söylemi ile olaylar örgüsünün ardından sırıtan ticari işleyişin yarattığı ölümcül makasta dilsizleşmiş ve sessizliği seçmiş görünüyorlar. [d15] Öte yandan,Şeytan Ayetleri'nin Türkiye okuruna serinkanlı bir tartışma çerçevesinde sunulamamış olması, modern dünyada ülkemize arayacağımız yerin araştırılması sürecinde, son derece acil olarak ortaya getirmemiz gereken değerli bilgininin üretilmesini ve yaygınlaştırılmasını engelleyen kör bir alan yaratıyor. Bu bilginin aciliyeti, İran tersinden-modernliğinin, meşruiyeti tartışma götürür bir ölüm fetvasıyla açtığı ve kültür emperyalizminin temsilcileriyle ereksel-işlevsel bir işbirliği içersinde sahneye koyduğu Rushdie vakasının, ifade alanının tam ortadan bölünerek paylaşıldığı ve iki tarafın kendi paylarına düşen alanlarda ideolojik hakimiyetlerinin pekiştirildiği bir süreçte, Batılı olmayan modern düşüncenin henüz beşiğinde dilsizleştirilmesi yönünde yarattığı ağır etkiden kaynaklanmaktadır. Şeytan Ayetleri'ni, yabancı bir kültürün anlamsal kökenlerinden koparılmış simgelerinin yoğun kullanımıyla, yüksek bir imgesel yansıtmanın gerçekleştirildiği, ilişki kurduğu insani malzemeyi işlevci ve indirgemeci bir tutumla neredeyse sömüren, yarattığı dünya 80'li/90'li yılların Batılı ve basmakalıp duyarlılıklarının dışına çıkıldığında buharlaşarak, olgusal ve tahakkümcü iskeleti sırıtmaya başlayan bir metin olarak değerlendiriyorum. Salman Rushdie'nin kaderi, çevresinde bağlılıkla kenetlenen yazarlar ve onca hengamenin, şiddetin ve dökülen kanın ortasında göz kamaştırıcı bir ticari başarıya dönüşen kitabıyla [d16], Alvarezli Aziz Yohanna'nın kaderinin bir tekrarını değil, soysuzlaşmış ve yüzü tersine çevrilmiş bir uyarlamasını oluşturur. Rushdie, sessizlikten vazgeçerek konuşmaya başladığı 4 Şubat 1990 tarihinden bu yana, değişik vesilerle katıldığı toplantılar, yaptığı söyleşiler ve yayınladığı yazılarda, sözüne birbaşına sahip çıkmak şöyle dursun, siyasi iktidar tarafından yalnız bırakılmış olmaktan şikayetini, uygarlara mahsus kendinden emin bir nezaket ve yeknesak bir süreklilikle söylevlerinin baş köşesine oturtur.Şeytan Ayetleri'ndeki düşsel kahraman peygamber-haberci-işadamı (Özgün: prophet-messenger-businessman) Mahound ile gerçeklikteki olaylar örgüsünün açığa çıkardığı nitelikleriyle yazar-uygarlaştırıcı mehdi-işadamı Rushdie arasındaki varoluş birliği şaşırtıcı değildir. Şeytanın sözünü tanrının sözünün yerine sunan Mahound gibi, Rushdie de, meta değeri taşıyan sözünü, ifade değeri taşıyan sözün yerine koymakta ve bunun özgürlüğünü talep etmektedir. Oysa ki burada talep edilmesi gereken (ve aslen yerine gelen) ticari serbestiden başkaca bir şey değildir. Yazarın Hint müslüman kökeni, uygarlığın yurdunda doğup büyümüş bir Batılı yazardan farklı olarak, İslami simgelerle böyle bir hiciv ilişkisi kuran her hangi bir kitabın, ancak söylemsel-ideolojik bir zeminde tartışma gündemi yaratabileceğinin, bilinçli ya da sezgisel, ayırdında olması gerektiğini düşündürttürüyor. Rushdie'nin, bununla birlikte, romanın modern vicdanlı kahramanı Farslı Salman (Özgün: Salman the Persian) gibi, tohumunu ektiği olgusal aklın reddedilemez geçerliliğine güvenerek ölüm cezasını yenmeyi tasarlamış olduğu görülüyor. Ne var ki geride kalanlar bu kez, sonunda, yazarlar ve fahişeler arasında hiç bir fark olmadığına kanaat getirmiş, yaklaşan ölümün gölgesindeki Mahound ve zamandışı uyrukları değil, günümüz gerçekliğine kendi resimlerini yansıtmanın peşinde, hırslı ve inatçı İranlı iktidar ideologlarıdır. [d17] Salman Rushdie'nin, edebi-ticari tasarımında küçük bir mühendislik hatası yapmış olduğunu söyleyebiliriz. |
Ahlaki GeçerlilikAydınlanmacı akıl, insanın doğayla ilişkisini ahlakötesi bir etkinlik olarak kavrar. İnsan özgürlüğünü, kaderini kuşatan doğayla dişediş bir mücadele sürecinde ve ona hakim olduğu oranda kazanmaktadır. Öte yandan, doğanın, insanın yararlanmasına sunulmuş bereketli varlığı, Ortaçağ kilisesinden devralınmış bir dil-mitos mirası olarak, kendine ve aklına güvenen yeni birey-erkek-insanın imgeleminde, bu mücadelenin kılgısal ganimetine denk düşmektedir. Şimdi bu söylediklerimizi birleştirirsek: aydınlanmacı aklın özgürlük metaforu, mücadele edilenin bedeniyle mücadelenin ganimetinin üstüste geldikleri kanlı bir savaşın sonucuna bağlanmıştır. İnsanla doğanın mücadelesi, aslında, kuşatılmış-birey-erkeğin kapsayıcı-çoğul-kadını fethederek özgürlüğünü kazanmasının sürecidir. Yeni erkek-insan, eski kadın-doğayla bu savaşımında başlıca iki temel yetisine güvenir:irade ve emek. Örgütlü erkek topluluklarının, irade ve emeğin, doğayla mücadelede verimlilikle işe koşulabilmesi yolunda geliştirdikleri düzenlemeler, uygarlığın başlıca iki sorunsalının olgusal niteliklerini belirlerler: iktidar ve üretim. Bu çerçevede, geçerlilik, erkek-insanın yararlanmasına yönelik edimlerin belitsel haklılığıdır. Mühendisler, ilerlemenin, böyle bir geçerlilikler hiyerarşine bağlı tasarımlarını yüklenmiş erkek-insanlar olarak, ahlakötesinde varolmanın uzmanlarıdırlar. Aziz Yohanna'nın birbaşına direnişi, diğer yandan, yazmanın ve konuşmanın, özgürlüğü arayan iradi edimlerse eğer, ancak ve ancak, bir varolma ahlakı çerçevesinde ortaya çıkabileceklerini kanıtlamaktadır. Bilimlerin, yazının ve sanatların hendeseleştirilmeleri, özgürlüğü değil, ama doğrudan bu özgürlüğü talep eden özneyi, yani bir varolma ahlakına sahip insanı yavaş yavaş ortadan kaldırmaktadır. Bugün geldiğimiz nokta, insanın doğayla ilişkisini bir geçerlilikler hiyerarşisi üstüne oturtmuş olan Batı aydınlanmasının kaçınılmaz kaderiydi. İdeolojinin bir dil olarak iflası ve aydının ıskartaya çıkarılmasıyla, insanın insanla ilişkisi de aynı geçerlilikler hiyerarşisinin hakimiyetine terkedilmiş oldu. Benzer şekilde, hendeseleştirilmiş yazı da, özgürlüğü bir değer olarak değil, bir geçerlilik olarak kavramaktadır. Mühendislikle yazının bu üstüsteliğinden, anlamla beslenen korkunç bir mahluk çıktı ortaya:ahlaki geçerlilik. Salman Rushdie'nin çevresinde kenetlenmiş ve olgucu uygarlığın yılmaz bekçilerinin, Batılı olmayan dünyanın geç kalmış ve yaralı modernlerinin, yenilgiyi çoktan kabullenmiş son Avrupalı aydınların, Avrupamerkezciliğin ikame-eleştirmenlerinin ve müzmin çoşumcuların oluşturduğu topluluğu birarada tutan yegane yapı unsuru olarak kendini gösteren ahlaki geçerlilik, aslında söylemsel özgürlüğün ardında saklanan görgül nedenselliğin ahlaki bir maskeyle yeniden tezahüründen başkaca bir şey değildir. Özgürlük sorunsalını incelemek üzere seçilecek çerçeve, yazının ve sözün başına gelenlerin, işlemekte olan bir sürecin aşamalı sonuçları olarak kavranmasına elvermiyorsa, sarfedilecek satırlar, bunların, insani etkinlikler olarak kurumsal tarihlerini (yeniden) yazmayı denemiş olmanın ötesine geçemeyeceklerdir. Edebiyatın ve eleştirinin geleceğinin, saptanabilecek sorunların, yazıda ve sözde değil de, yazarda ve ifadesinde aranmasıyla aydınlanabileceğini düşünüyorum. Dünyamızın yakın tarihinde, sözün değeri ve özgürlüğü arasında ortaya çıkan ve giderek kurumlaşan ters bağıntının, bizzat insanın değer ve özgürlük kavramları arasındaki tepetaklak konumunu yansıtmakta olduğunu söyleyebiliriz. Ekim 1995 |
Bilgi ve Okuma(bu dizinin önceki yazılarında verilen kaynaklara ek olarak) Barthes, Roland - The Pleasure of The Text (Translated by Richard Miller, özgün: Le Plaisir du texte), ISBN 0-374-52160-3, The Noonday Press, New York - 1994 Coseriu, Eugenio - Determinacion y Entorno: Dos Problemas de Una Lingüistica del Hablar, Romanistisches Jahrbuch VII (1955-1956), Österr. Nationalbibliothek Kolleksiyonu - Viyana Curtius, Ernst Robert - European Literature and The Latin Middle Ages (Translated by William R. Trask), Princeton University Press, Princeton - 1973 Goytisolo, Juan - Las Virtudes del Pajaro Solitario, Editorial Seix Barral, Barcelona - 1988, İng. çevirisi: The Virtues of The Solitary Bird, ISBN 1-85242-175-4, Serpent's Tail, London - 1991 MacDonough, Edited by Steve (In association with Article 19) - The Rushdie Letters (Freedom to Speak, Freedom to Write), ISBN 0-8032-8198-6, University of Nebraska Press, Lincoln -1993 Rushdie, Salman - The Satanic Verses (Paperback Edition), ISBN 0-9632707-0-2,
The Consortium, Delaware - 1992
|