Özcan Özbilge
Haden Haden
Bu blog, yazar çevirmen Özcan Özbilge'nin çeşitli kaynaklarda yayınlanmış yazı ve çevirilerini derleme çalışmasıdır.
Özcan Özbilge
Haden Haden
|
İnternet Mahir öz kendini açıklıyorPakize Suda 'mış muş' köşesinde:
Biliyorsunuz benim internet hayatım yok. Gazetelerden izliyorum bu müthiş olayı. İnternet Mahir meselesi bize göstermiştir ki; dünya bize aç, açık. Türkiye'ye ait her şeyi pazarlayabiliriz. İşte hakiki bir Türk kırosu, internet dünyasını altüst etti. Mahir'in akordeon çalarken çekilmiş coşku yüklü fotoğrafı, sonra kırmızı slip mayosuyla deniz kenarına uzanmış yatarkenki fotoğrafı, Mahir'in başka pozları, başka fotoğrafları hepsi çok mühim, çok 'sıcak', çok 'samimi'. Evet Mahir'in sırrı samimiyetinde. Bir bilinç yok Mahir'de. "Öz hakiki bir Türk kırosuyum, aklım fikrim karı kızda. Her halimle her şeklimle şirinim. Başarısız olabilirim. Ama kader utansın. Talih rüzgârları her an benden yana esmeye başlayabilir," durumları. Nitekim esmeye başladı. İnternet âlemi Mahir'e hasta. Ama Mahir'in bilinçsizliği başa bela. Mahir mühim, çünkü ne sakil olduğuna dair zırnık bilinci yok. Birisi çıkıyor, kuş uçmaz kervan geçmez sitesindeki metinlerle oynuyor. Mahir'in kafasından geçenleri, Mahir'in muhtelif kıroluk süzgeçleri yüzünden böylesine pervasızca ifade edemeyeceği düşüncelerini, İÇ SESİ'ni, Mahir'in fotoğraflarına çakıyor. Bu yazar, Mahir'in 'broken English'le (kırık, bozuk İngilizceyle) ÖZ düşüncelerini, sitesine yerleştiren yazar, harikulade akıllı biri. Böyle bir, içinden geçirip geçirip de, çıkaramayacağı sesleri, sonuna kadar açıveriyor. Böylece bizler de özhakiki bir Türk kırosunu (Mahir maganda değil; kıro - hem yaş, hem tanım itibariyle, bu ince fakat alabildiğine mühim farka dikkatinizi çekerim) dünyaya gösterip pazarlayabiliyoruz. Bu pazarda en ummayacağınız ürünlere yer var. Yeter ki taze olsun, samimi olsun. |
Evet, bu kadarını görmemiştim. Mahir'in sayfası üstüne o kadar ahkam okudum; bunların pek çoğu da uydurma bir takım nitelikler (daha doğrusu niteliksizlikler) atfediyorlardı nesnelerine ama, bir de "iç ses" uyduranına ilk kez rastlıyorum. Sesi olmayan bir insanın kişiliğine gazete köşesinden tecavüzü bu raddeye vardırabilmek için herhalde Türk kırosundan daha da beter bir kıro olmak gerekiyor: medya kırosu.
Ancak konuşma balonları, aklından geçirip geçirip asla böyle langadanak söyleyemeyeceği laflarla hınzır bir başkası tarafından doldurulmakta olan Mahir, arıza yaratacağını daha ilk günden müjdeledi. Sitesi 'işgal edilmişti'. 'O, hiç de böyle biri değildi.' Kafkas halklarının davaları filan onu ilgilendiriyordu. Sosyal bir içeriği vardı yani. Bir şahsiyeti vardı. Ona 'verilen' şahsiyeti, hor görüyordu Mahir. İçinin içine neon ışıklarının dikilip her şeyinin ortaya serilmesi, sergilenmesi katlanılır gibi değildi. 'Ciddi', 'aklı başında', 'azınlıkların sorunlarına duyarlı', 'İngilizcesi hiç de öyle berbat olmayan' biri olduğunu hassasiyet ve ısrarla vurguladı. |
Peki, ne yapmalıydı Mahir? "Evet, ben oyum! Hayallerinizi süsleyen 90-60-90 ölçülerindeki kusursuz kıro benim, geldim sonunda!" diyerek kameraların önünde kendini, kadınlı erkekli (fakat gerçekte topu da belli bir erkek varoluşunun tahakküm işcileri olan) kıroseverlerin arzularını kamçılayacak şekilde mi sunmalıydı?
Vurguladığı anda, elimizden kayıp gitmeye başladı Mahir. Ta o saniyeden. Bu aynen Salako filmlerinden birinin ortasında Kemal Sunal'ın gözlerini kameraya dikerek kendisinin önemi ve sembolize ettikleri üstüne çırpıştırdığı master tezinden bölümler okumaya başlaması gibi bir şeydi. Gözlerimizi fark ettiği anda, nesnemiz dönüşmeye başlamıştı. İlla da, özneleşecekti. Mahir'in 'aslında olduğunu ispatlamaya çalıştığı şeyden' oysa o kadar çok, o kadar çok vardı ki. Herkes bilinçliydi, politik doğrucuydu, kendi çapında akıllı fikirli, vicdan sahibiydi. Ama tüm bu reklam metinlerinin altında, yüz binlerce Mahir yalnızca karı kız peşindeydiler. Ve bu çok daha hakikiydi. Direktti. Samimiydi. Ayrıca, komikti. |
Evet, şimdi anlaşılıyor: Bu da Mahir'inki gibi bir "sosyal içerik" belli ki. Hatta basbayağı bir sistem eleştirisi. Lakin Perihan Mağden, rolü gazetesinde kendisine verilen konuşma balonunun içini sosyal içerikle doldurmak olduğundan olsa gerek, elimizden kayıp gitmiyor.
Mahir üstünü küçük kilimlerle örttüğü bilgisayarının başında, sitesini işgal edip onu rezil edenlerden kurtulunca, can sıkıcı bir felakete dönüşmeye mahkûmdu. Aynen eski kuş uçmaz kervan geçmez site günlerindeki gibi. Birden hiç de gerekmeyen bir ciddiyet takınmış, özhakiki CNN'e çıkmak için 50 bin dolar talep etmişti. Filmlerde filan oynayacağını sanıyordu. Kendini fasulye gibi nimetten sanması, beş - on saniyesini almıştı. Oysa onun kıymeti fasulye tarzı gazıydı. |
Bu satırlardaki bunaltıcı kötülüğü ve garezi hissediyor musunuz? Bedduavari bir kehanetle (galiba buna hiç de berbat olmayan İngilizcede "wishful thinking" deniliyor) başlıyor: Mağden Mahir'i "geldiği deliğe" geri gönderiyor önce bir. Ardından, CNN'den elli bin dolar isteyerek kendini nimetten saymasını hor görüyor. Bu cümlede katmerli bir tuhaflık var: sanki dünyada televizyonların elli bin doları bir çırpıda çıkarıp verdiği başkaları Mahir'den daha değerlilermiş gibi. Mağden'in satırları sanatkarane bir hakaretle sona eriyor. Kadıncağızın Mahir'le ciddi bir alıp veremediği olduğu aşikar.
Yine de Mahir'i yabana atmayalım. Mahir birden kendini (tüm hayatı boyunca olduğu gibi) hiç de olmadığı bir şey sanmasıyla da komik, bu haliyle de hakiki. Hatta daha bile hakiki. Yazarına daha işin en başında isyan edip kendi söz balonlarını kendi doldurabileceğini iddia eden bir çizgi roman kahramanı o. Mahir hakikaten filmde oynamalı. Woody Allen yıllardır iç sesini, iç gurultularını yazıp yazıp oynuyor. Mahir ise kendi iç sesini başka birinin hınzırlığı yüzünden duymak zorunda kaldı. Hemen duymamazlıktan geldi. İnatla hiç duymadığını söylüyor. Harikulade bir karakter. Temsilciliğin bu kadarına dünya âlem rastlamadı. Bu kadar tatlısına, matrağına. |
Bu da Sezar'ın hakkı olsa gerek. Mahir - şimdi artık çizgi roman kahramanı olarak ait olduğu çerçeveye raptedildiğine göre - filmlerde oynayabilir. Mağden, Mahir'in filmde oynarken kaç para istemesi gerektiğini yazmayı unutmuş. Herhalde bu filmler "başkalarını kıro, kendini radikal zanneden" bir izleyici kitlesine oynayacaklar. İyi ama, Mahir şöhretini bu küçük pazara borçlu değil ki. O iki buçuk milyon izleyicisinin çoğunu yurt dışından edindi. Ummadığı paralar kazandı. Onu, o karikatürize edilmiş sayfasıyla dahi beğenen kadınlardan gerçek mektuplar aldı. Kimbilir?
Mahir sadece talihli bir insan. Hayatı da pekala değişti. Üstelik onun bunları kazanmak için kimseyi küçümsemesi gerekmedi.
Dostlukla
Kaynak : Araf Dergisi Kasım 1999
|
İnternette tüketicilerden veya kullanıcılardan sözedildiğinde yaygın olarak anlaşılan şey, bilgisayarının başına kişisel ya da mesleki bir amaçla oturmuş, müşkülpesent ve hercai bir okur-tüketirdir. İnsanların elektronik ağda sergileyebilecekleri tüketim davranışları, bir web tarayıcısının sunduğu işlevlerle sınırlı olduğundan, tüm okur-tüketirler, farklı sınıflardan, coğrafyalardan, ya da gelir düzeylerinden gelseler de, davranışsal gözlem nesneleri olarak kolay lokmadırlar. Sözgelimi hepimizin web tarayıcılarımızla yaptığımız en düzenli iş, esasen reklam seyretmektir. Sevseniz de sevmeseniz de, dikkatinizi kaçırmayı öğrenmiş veya basbayağı reklamkörüne dönüşmüş olsanız da, web üzerinde her hangi bir işinizi görürken, bir yandan da ve düzenli olarak reklam seyretmektesiniz. Öyle ki internet kullanıcıları olarak davranışsal anlamda en büyük ortak paydamızın reklam seyrederlik olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Daha küçük bir kısmımız bu reklamları seyretmekle kalmayıp, web üzerinden mal ve hizmet almak üzere seçim yaparken kullanırız da. Web alışverişinin tüketicilere yeni bir serbesti ve seçenek çokluğu sunmuş olduğu tartışma götürmeyecek bir gerçeklik - ben de kendi payıma webi mal ve hizmet almak üzere kullanıyorum. Bu noktadan itibaren okur-tüketirlerin sergiledikleri davranışlar, satın alınan malın ya da hizmetin cinsini, sınıfları, coğrafyaları ve sair farklılıkları yansıtan bir çeşitlilik yansıtmaya başlıyor. Webin bir alışveriş ortamı olarak görmüş olduğu kabul ve gündelik kullanımdaki yaygınlığı da okur-tüketir kitlelerinin davranışlarını belirliyor: Almanlar sözgelimi web üstünden en çok parayı pornografiye harcar ve dayanıklı tüketim malları almaktan uzak dururlarken, Kuzey Amerikalıların sanal harcama alışkanlıkları, mal ve hizmetlerin dağılımı açısından, aşağı yukarı sokak alışverişlerine yakın oranlar sergiliyor. (*)
Reklamcılık, webin kolay coğrafyasında, gündeliğimizin bir parçası olmanın ötesine geçme hazırlıkları içersinde; önümüzdeki yüzyılda sokaklarımıza da inecek yeni bir algılama kipinin ve belirleyici işleyişin başlangıcındayız. Hani çok zamandır umutsuz bilim-kurgucuların gözümüze sokmaya çalıştıkları bir gelecek vardı ya: başbakanların ceket yakalarına reklam aldıkları, camilerin minareleri arasına sponsor mahyalarının gerildiği, ders kitaplarında yer alan tarihi kişiliklerin ürün tanıtımı yaptıkları saçma ve kendi üstüne kapanan bir dünya. Böyle bir dünya bugün şimdiden var: İnternetin ele avuca sığmaz bandıraları (banners) artık her yerdeler. Reklam karşılığı verilen bedava hompeyçler, e-posta kutuları, bandıra değişim programları ve benzeri uygulamalar sonucu girmedikleri bilgisayar ekranı bırakmayan bu renkli ve hareketli hayvancıklar, nereye konacaklarını, ataları sokak ve matbuat reklamlarına kıyasla çok daha büyük bir serbesti içersinde seçebilmekteler. Lezzet sözü veren bir tereyağı bandırası size kah düzen muhalifi bir derginin kapağından, kah bedava e-posta kutunuzun tepesinden göz kırpıyor olabilir. Ne var ki bandıraların da aslında tercihleri var: onlar size en çok kendi hompeycinizden seslenmeyi seviyorlar. Araştırmalar, okur-tüketirlerin en fazla kendi hompeyçlerine aldıkları bandıralara olumlu cevap verdiklerini gösteriyor. Yani anlayacağınız, bedavaya malettiğiniz o çok güzel hompeycinizde gördüğünüz reklamlar, merakla beklediğiniz ziyaretçilerinize değil, size yönelikler. Yine bandıra değişim programlarıyla web sitelerinize aldığınız reklamlar da, esasen kendi sitenizi en çok sizin ziyaret edeceğiniz varsayımıyla hazırlanıyorlar.
Kuzey Amerikalı, İngiliz, Alman, Japon ya da Türk; genç, yaşlı, kadın, erkek, öğrenci, işçi ya da işsiz hiç farketmiyor; internette bir hompeyç sahibi olan herkesin, reklam seyretmekten sonra yaptığı en düzenli iş, kendi sayfasını ziyaret etmek. Kimi aynaya bakar gibi bakıyor sayfasına, kimi eserini seyretmeyi seviyor, kimi sayfasının yerinde durup durmadığını görmeye geliyor günde bir kaç kez, istisnasız hepimiz yaptığımız sayfaları gözden geçirme ihtiyacı duyuyoruz. Bana sorarsanız, en hoş ortak davranışımız ise, kendi hompeyçlerimizde gördüğümüz bandıralara tıklama oranımızın daha yüksek olması; bandıra aynı bandıra, tereyağı aynı terayağı, ama eğer bizim sayfamızdaysa, biz o tereyağını daha çok seviyoruz.
Dostlukla
(*) İstatistikler: www.internet.com
Kaynak : Araf Dergisi Şubat 1999
Bu adam da kırkına yaklaşırken girdiği "retro" kipinden ne zaman çıkacak artık diye soruyorsunuz, biliyorum. Fakat yemin ederim ki, size bu yazıda yeni bir şeyler anlatacağım. Birazcık retrom var, evet, hem de taa David Davidian zamanlarından. Yaşı küçükler hatırlamazlar David'i. Hey gidi ...
Efendim, o zamanlar böyle webmiş, javaymış, Türkçe harfmiş, yok efendim binbir çeşit laklakmış (chat yani) ne arasın, e-posta ve haber gruplarından başka bir şey bilmezdik biz. Beş on sayfalık basit bir yazının gönderdiğimiz yere ulaşması bazen bir kaç gün sürerdi.
Benim bu TC kısaltmasıyla enikonu tanışmam da o günlerde olmuştur. Öncesinde TC benim için soğuk damgalar, temiz kağıtları, pasaport kapakları, askerlik tecilleri gibi yaşantılar ifade ederdi. TC yoktu yani anlayacağınız, "cumhuriyet" vardı benim için - bir miras, bir gerçeklik, bir devlet aygıtı, bir yorum, eleştiri ve özeleştiri konusu, bir çağ ... benim çağım.
Metaforun birini söndürüp birini yakan, neredeyse metafor bağımlısına dönüşmüş bir kuşağın, kısaltmaları da internette sille tokat gibi salladığı, tutum gibi takındığı bir süreçte, TC kısaltması da bir tür kültürel muhalefetin sanal yaka rozetine dönüşüvermişti. Her köşenin ardında bir masonun saklandığına inanmış paranoyaklar ve kişisel kimlik bunalımlarını siyasi ya da etnik meseleler zanneden modernlikzedeler, haber gruplarının kurşuni zeminli meydanlarında, TC kısaltmasını, Sam amcanın kağıttan kuklası gibi, yakıyor ya da asıyorlardı. Adına "eylem" dediğimiz ve benim, içine doğduğum gerçek dünyada, güzelliğin ve sorumluluğun bir ifadesi olarak öğrenmiş olduğum şey, internette, düzenin biçarelerinin katıldığı bir çeşit toplu karaoke ayinine soysuzlaşmıştı.
Köprülerin altından çok sular aktı bugüne, bazı sular da hiç akmadılar. Sanal paranoyaklar internetten dışarı uğrayıp gerçek dünyayı doldurdular; pek çoğumuz gerçek dünyanın sanallığını internetle birlikte idrak ettik. Yapmakla saçmalamak arasındaki zaten pek ince olan o ayrımı büsbütün yitirdik. İçine bir hakikat doldurup da dünyaya saldığınız ne varsa, bir bakıyorsunuz, kısa zamanda içi boşaltılmış olarak çoğaltılıyor. İçi boş şeylerin bir kısmı sonradan kendi bedenlerini ediniyorlar. Biz ölümlülere son gibi görünen ne varsa, hayatın son tanımayan diyalektiğinde önemsizliğe mahkum.
Neyse, retroyu bitireyim ben artık, efendim, TC kısaltması bir kez daha internette. Bu kez bir ulusal alan (national domain) olarak, Türkiye'ninki değil ama (onun .tr olduğu malumumuz), harita da bulmakta zorluk çekeceğimiz bir başka ülkenin, Türk ve Caicos adalarının. Rivayet o ki vaktiyle Amerika'ya köle taşıyan gemilerin uğrak yaptıkları bu ılıman adalara Türk ismi, denizden bakıldığında Osmanlı kavuğunu andıran tepelerinden dolayı verilmiş.
Siyasi dünya haritasının fantazi devletçikleri eskiden beri, geçimlerinin önemli bir kısmını işte pul basarak, kumarhane işleterek veya vergi cennetliği yaparak kazanırlardı. Ulusal internet alanlarının icadıyla birlikte, bu küçük ülkere yeni bir gelir kapısı daha açılmış oldu. Türk ve Caicos'un yanısıra, Liechtenstein, Tuvalu, Cayman adaları, Tonga ve daha bir düzine başka devlet, şimdi arzu eden yabancılara internet alan adı satıyorlar. Tezgahtaki kısaltmalardan bazıları şöyle: .ac, .ms (Microsoft bu alan adına yatırım yapıyormuş, duyururum), .li, .lu, .nu (sanat meraklılarınca tercih ediliyormuş), .st, .tc, .to, .tv ... liste uzun, fiyatlar farklı. Mesela Tuvalu'nun alan adı (.tv) el yakıyor; yılda 500.- ABD doları, ama Türk ve Caicos'unki gayet ehven; iki yıllık isim hakkı sadece 50.- ABD doları. Hem devletseverlerimiz hem de bölücülerimiz için harikulade fırsatlar var bu alan adında.
Siyasi paranoyada tarağınız yoksa, uymadıysa yani, bir de bir otuz dolarınız daha varsa, size Lüksemburg (.lu) veya Liechtenstein (.li) verelim, sevimlilik yapın: http://sevim.li ya da http://izmir.li ya da http://istanbul.lu ya da ... eh, bu iyiliğimi de artık unutmazsınız.
Dostlukla
Kaynak : Araf Dergisi Ocak 1999