index

31 Aralık 1999 Cuma

HADEN HADEN - Özcan Özbilge

 

Özcan Özbilge 
Haden Haden 



 "Hiç bir iki insanın parmak izlerinin aynı olmaması gibi, hiç bir iki insan müziği aynı şekilde duymaz." Böyle söylüyor Charlie Haden, müzisyenler üstüne konuşulan bir sohbette. Lakin herkesi kapsayan bir ifade bu: hiç bir iki insan. İyi ama eğer öyleyse, yani herkes müziği bir başka şekilde duyuyorsa, aynı müziği dinlemenin alemi nedir? 

Bana sorarsanız hiç bir alemi yoktur. Ben sadece müziği değil, başka başka müzikleri de ayrı şekillerde duyarım. Hiç bir duymam bir başka duymama benzemez.

Ben iki Haden duyarım: Biri Ornette Coleman'ın büyüttüğü, diğeriyse Ornette Coleman'ı büyütmüş Haden'lardır bunlar. Bu isimleri onlara rahatlıkla vermişimdir, çünkü bilirim ki onlar müzisyen Charlie Haden'a değil, benim o müzisyeni iki ayrı duyma şeklime tekabül etmektedirler. Ama onlar iki duymadan ibaret de olsalar, benim için neredeyse iki kişilik gibidirler. Hatta neredesi fazla, düpedüz iki ayrı kişiliktir onlar; iki ayrı zamanda, iki ayrı insana çalarlar. 

İki Haden olmasının nedeni, Charlie Haden'ın müziğini iki başka duyan olmasıdır; benim öyle olmamdır.

Birinci Haden, Ornette Coleman'ın büyüttüğü, birarada olmak istediğim Haden'dır. Ornette bir kutsal kitap yazarıdır; hayallerimizin bir kahini, dünyanın en büyük asansörcüsü ve en mübarek garsonu; birarada olmak istediğini yaratmayı seven biri. Ornette'e öykünürüm; büyük değil esas olanı yaratmaktır işi. Haden duyar; dünyanın en iyi duyan, en fazla yorulmuş kulaklarından biridir onun kulakları. Haden esası duyar. Esası duyanlara çalmak ya da anlatmak kadar güzel bir şey yoktur. Esas, ancak bir duyan varsa esastır; Haden esası esas kılar. Ornette, Haden'sız imkansızdır.



İkinci Haden, Ornette Coleman'ı büyütmüş, olmaktan yorgun olduğum Haden'dır. Bir mümkün kılma sanatçısıdır o; taşı yontan değil ama onu gölgelendiren, sesi şekillendiren değil ama ona derinliğini veren ... Onsuz Ornette'in müziği, kaba saba ve küstah bir heykelden ibaret olurdu. Hayır, yanlış söyledim, olmazdı öyle Ornette, bir Haden büyütürdü kendine muhakkak ki kendini büyütsün - onsuz olmak Ornette olamamak olurdu; o imkanı atlamak, bir ömrü boylu boyunca atlamak, şişkin suretler dünyasında bir mahkumiyet olurdu.

Charlie Haden dinlerken güzel yazmak mümkündür. Ornette olmak da mümkündür. Haden olmaksa yorucu bir mucizedir.


30 Kasım 1999 Salı

Aptalların Aynası - Özcan Özbilge

 

Aptalların Aynası / Özcan Özbilge 
Kasım 1999


Mahir'den ilk kez Alper'in posta kutumuza aktardığı bir mektupla haberim olmuştu. Meğer tüm dünyayı yüzbinlerce kez dolaşan ve Mahir'in kısa sürede ünü dünyayı tutan kişisel sayfasına bir bağlantı içeren o meşum mektupmuş okuduğumuz. Mektuptaki bağlantıya tıklamış, Mahir'in sayfasını okurken gülmekten kırılmıştık. Kafamızdaki kıro basmakalıplarına öylesine uygundu ki gördüklerimiz - ama öylesine haddinden fazla uygun - fotoğraflarda görünen insana arkadaşlarınca yapılan bir şaka olduğuna hükmetmiş ve ama yine de - her zaman şaşırmaya hazır olma alışkanlığımızla - sayfanın kurgulanmamış olmasına da küçük bir ihtimal verip, sonra da unutmuştuk.

Türkiye'de yeniden öldürücü bir depremin olduğu, Çeçenistan'dan yine katliam haberlerinin geldiği günlerdi. Mahir'in sayfası da o sıralarda dünya çapında bir internet olayına dönüşmekteymiş. Bir sabah, ilgilendiğim konularda yayına çıkan en son sayfaları bulması için her gece internete saldığım arama robotumun bulgularına göz atarken, tıkladığım bağlantının altından kelli felli bir İngiliz gazetesinin Mahir'le söyleşisi çıkıverdi. Afalladım. Üstelik okudukça öğreniyordum ki ne söz konusu gazetenin Mahir üstüne yayınladığı ilk yazıydı bu, ne de olay bir tek bu gazeteden ibaretti. Neler olup ne bittiğini anlamam ve göbek hizama kadar düşmüş çenemi toparlayabilmem bayağı bir zaman aldı. İngilizce internetin SalonMagazineSpin gibi en ekabir siteleri sıra sıra dizilmiş Mahir'i anlatıyor, bir takım girişimciler Mahir'i konu alan yeni siteler açıyor ve o arada Mahir'in sayfası milyonlarca ziyaret alıyordu. İnternette "ziyaret" para demektir.

Doğrusu, Amerikalı ve İngiliz köşe yazarlarının Mahir olayı üstüne kestikleri ahkamları okurken Mahir'in sayfasına güldüğümden daha fazla güldüğüm oldu. Biraz da yüzüm kızardı: aptallığın üstüne yazan bu yazarların, gerçekte, konu ettikleri hayali bir aptaldan çok daha derin, çok daha onmaz bir aptallıkla malul olduklarını ister istemez görmenin getirdiği sıkıntıyı yaşadım. Sayfanın, yaratıcılığı tartışılmaz yazarı, kıro seyretmeyi seven biz pek bilmiş Türkiyeli burjuvalara hitap ederken, muhtemelen farkında olmaksızın, modernlere mahsus evrensel bir aptallığın da altını çizivermiş olmalı.

Gördüklerime kızmamıştım ama. Aptallığın bir hiyerarşisi olduğunu düşünmüyorum. Ömrümde, kendimi de pek çok defalar aptal konumunda bulmuş olduğumdan, yabancılamıyorum da aptallığı. Perihan Mağden'in 21 Kasım 1999 tarihli Radikal gazetesindeki yazısını da görünce kızdım artık. Belki de usul usul biriktirdiğim kızgınlığı taşıran bir damla oldu. Herkes bir başkasının yazısına eklemlenerek yazdığına göre...

İnternet Mahir öz kendini açıklıyor

Pakize Suda 'mış muş' köşesinde:
    "İnternet Mahir'in gözü Hollywood'daymış. Hollywood'un gözü de Mahir'de. Hilkat garibesi rolü için daha uygun birini bulamamışlar," yazmış.
Başlıyorum gülmeye. Artık bütün gün aklıma geldikçe güleceğim. Tamam Pakize komik kadın, Türkiye'nin en eğlenceli köşecilerinden biri. Ama İnternet Mahir'in fotoğraflarını Sabah'ın internet ekinde gördüğüm günden beri, Mahir'le ilgili her şeye gülmekteyim.
Biliyorsunuz benim internet hayatım yok. Gazetelerden izliyorum bu müthiş olayı.
İnternet Mahir meselesi bize göstermiştir ki; dünya bize aç, açık. Türkiye'ye ait her şeyi pazarlayabiliriz. İşte hakiki bir Türk kırosu, internet dünyasını altüst etti.
Mahir'in akordeon çalarken çekilmiş coşku yüklü fotoğrafı, sonra kırmızı slip mayosuyla deniz kenarına uzanmış yatarkenki fotoğrafı, Mahir'in başka pozları, başka fotoğrafları hepsi çok mühim, çok 'sıcak', çok 'samimi'. Evet Mahir'in sırrı samimiyetinde. Bir bilinç yok Mahir'de. "Öz hakiki bir Türk kırosuyum, aklım fikrim karı kızda. Her halimle her şeklimle şirinim. Başarısız olabilirim. Ama kader utansın. Talih rüzgârları her an benden yana esmeye başlayabilir," durumları.
Nitekim esmeye başladı. İnternet âlemi Mahir'e hasta.
Ama Mahir'in bilinçsizliği başa bela. Mahir mühim, çünkü ne sakil olduğuna dair zırnık bilinci yok. Birisi çıkıyor, kuş uçmaz kervan geçmez sitesindeki metinlerle oynuyor. Mahir'in kafasından geçenleri, Mahir'in muhtelif kıroluk süzgeçleri yüzünden böylesine pervasızca ifade edemeyeceği düşüncelerini, İÇ SESİ'ni, Mahir'in fotoğraflarına çakıyor. Bu yazar, Mahir'in 'broken English'le (kırık, bozuk İngilizceyle) ÖZ düşüncelerini, sitesine yerleştiren yazar, harikulade akıllı biri.
Böyle bir, içinden geçirip geçirip de, çıkaramayacağı sesleri, sonuna kadar açıveriyor. Böylece bizler de özhakiki bir Türk kırosunu (Mahir maganda değil; kıro - hem yaş, hem tanım itibariyle, bu ince fakat alabildiğine mühim farka dikkatinizi çekerim) dünyaya gösterip pazarlayabiliyoruz. Bu pazarda en ummayacağınız ürünlere yer var. Yeter ki taze olsun, samimi olsun.

Evet, bu kadarını görmemiştim. Mahir'in sayfası üstüne o kadar ahkam okudum; bunların pek çoğu da uydurma bir takım nitelikler (daha doğrusu niteliksizlikler) atfediyorlardı nesnelerine ama, bir de "iç ses" uyduranına ilk kez rastlıyorum. Sesi olmayan bir insanın kişiliğine gazete köşesinden tecavüzü bu raddeye vardırabilmek için herhalde Türk kırosundan daha da beter bir kıro olmak gerekiyor: medya kırosu.

Ancak konuşma balonları, aklından geçirip geçirip asla böyle langadanak söyleyemeyeceği laflarla hınzır bir başkası tarafından doldurulmakta olan Mahir, arıza yaratacağını daha ilk günden müjdeledi. Sitesi 'işgal edilmişti'. 'O, hiç de böyle biri değildi.' Kafkas halklarının davaları filan onu ilgilendiriyordu. Sosyal bir içeriği vardı yani. Bir şahsiyeti vardı. Ona 'verilen' şahsiyeti, hor görüyordu Mahir. İçinin içine neon ışıklarının dikilip her şeyinin ortaya serilmesi, sergilenmesi katlanılır gibi değildi. 'Ciddi', 'aklı başında', 'azınlıkların sorunlarına duyarlı', 'İngilizcesi hiç de öyle berbat olmayan' biri olduğunu hassasiyet ve ısrarla vurguladı.

Peki, ne yapmalıydı Mahir? "Evet, ben oyum! Hayallerinizi süsleyen 90-60-90 ölçülerindeki kusursuz kıro benim, geldim sonunda!" diyerek kameraların önünde kendini, kadınlı erkekli (fakat gerçekte topu da belli bir erkek varoluşunun tahakküm işcileri olan) kıroseverlerin arzularını kamçılayacak şekilde mi sunmalıydı?

Vurguladığı anda, elimizden kayıp gitmeye başladı Mahir. Ta o saniyeden. Bu aynen
Salako filmlerinden birinin ortasında Kemal Sunal'ın gözlerini kameraya dikerek kendisinin önemi ve sembolize ettikleri üstüne çırpıştırdığı master tezinden bölümler okumaya başlaması gibi bir şeydi.
Gözlerimizi fark ettiği anda, nesnemiz dönüşmeye başlamıştı. İlla da, özneleşecekti. Mahir'in 'aslında olduğunu ispatlamaya çalıştığı şeyden' oysa o kadar çok, o kadar çok vardı ki. Herkes bilinçliydi, politik doğrucuydu, kendi çapında akıllı fikirli, vicdan sahibiydi.
Ama tüm bu reklam metinlerinin altında, yüz binlerce Mahir yalnızca karı kız peşindeydiler. Ve bu çok daha hakikiydi. Direktti. Samimiydi. Ayrıca, komikti.

Evet, şimdi anlaşılıyor: Bu da Mahir'inki gibi bir "sosyal içerik" belli ki. Hatta basbayağı bir sistem eleştirisi. Lakin Perihan Mağden, rolü gazetesinde kendisine verilen konuşma balonunun içini sosyal içerikle doldurmak olduğundan olsa gerek, elimizden kayıp gitmiyor.

Mahir üstünü küçük kilimlerle örttüğü bilgisayarının başında, sitesini işgal edip onu rezil edenlerden kurtulunca, can sıkıcı bir felakete dönüşmeye mahkûmdu. Aynen eski kuş uçmaz kervan geçmez site günlerindeki gibi. Birden hiç de gerekmeyen bir ciddiyet takınmış, özhakiki CNN'e çıkmak için 50 bin dolar talep etmişti. Filmlerde filan oynayacağını sanıyordu. Kendini fasulye gibi nimetten sanması, beş - on saniyesini almıştı. Oysa onun kıymeti fasulye tarzı gazıydı.

Bu satırlardaki bunaltıcı kötülüğü ve garezi hissediyor musunuz? Bedduavari bir kehanetle (galiba buna hiç de berbat olmayan İngilizcede "wishful thinking" deniliyor) başlıyor: Mağden Mahir'i "geldiği deliğe" geri gönderiyor önce bir. Ardından, CNN'den elli bin dolar isteyerek kendini nimetten saymasını hor görüyor. Bu cümlede katmerli bir tuhaflık var: sanki dünyada televizyonların elli bin doları bir çırpıda çıkarıp verdiği başkaları Mahir'den daha değerlilermiş gibi. Mağden'in satırları sanatkarane bir hakaretle sona eriyor. Kadıncağızın Mahir'le ciddi bir alıp veremediği olduğu aşikar.

Yine de Mahir'i yabana atmayalım. Mahir birden kendini (tüm hayatı boyunca olduğu gibi) hiç de olmadığı bir şey sanmasıyla da komik, bu haliyle de hakiki. Hatta daha bile hakiki. Yazarına daha işin en başında isyan edip kendi söz balonlarını kendi doldurabileceğini iddia eden bir çizgi roman kahramanı o. Mahir hakikaten filmde oynamalı. Woody Allen yıllardır iç sesini, iç gurultularını yazıp yazıp oynuyor. Mahir ise kendi iç sesini başka birinin hınzırlığı yüzünden duymak zorunda kaldı. Hemen duymamazlıktan geldi. İnatla hiç duymadığını söylüyor. Harikulade bir karakter. Temsilciliğin bu kadarına dünya âlem rastlamadı. Bu kadar tatlısına, matrağına.

Bu da Sezar'ın hakkı olsa gerek. Mahir - şimdi artık çizgi roman kahramanı olarak ait olduğu çerçeveye raptedildiğine göre - filmlerde oynayabilir. Mağden, Mahir'in filmde oynarken kaç para istemesi gerektiğini yazmayı unutmuş. Herhalde bu filmler "başkalarını kıro, kendini radikal zanneden" bir izleyici kitlesine oynayacaklar. İyi ama, Mahir şöhretini bu küçük pazara borçlu değil ki. O iki buçuk milyon izleyicisinin çoğunu yurt dışından edindi. Ummadığı paralar kazandı. Onu, o karikatürize edilmiş sayfasıyla dahi beğenen kadınlardan gerçek mektuplar aldı. Kimbilir?

Mahir sadece talihli bir insan. Hayatı da pekala değişti. Üstelik onun bunları kazanmak için kimseyi küçümsemesi gerekmedi.

Dostlukla


Kaynak : Araf Dergisi Kasım 1999


31 Temmuz 1999 Cumartesi

İkizlere Takiye - Özcan Özbilge

 

İkizlere Takiye / Özcan Özbilge
Temmuz 1999


Bu yazıyı yazmam gerek. Ne denli maymun iştahlı biri olduğuma dair yaygın yargı internet yüzünden her geçen gün daha da dallanıp budaklanıyor ve "köşe yazarlığından da usandın galiba" yollu müstehzi e-mektuplara muhatap olup duruyorum. Çok yaralanıyorum, ah! Düzenin günde onaltı saat hizmetinde ve sair zamanlarda da muhalefet tellalı biri olarak, bu maymun iştahlılık yargısı vallahı ağrıma gidiyor.

Neden mi yazamadım? İşlerim vardı ... mesela. Sonra, Türkiye'deki evin pencerelerinin yenilenmesi gerekiyordu, boş bulunup "tamam, marangoz girsin yapsın" demiştim ... marangozun parasının kazanılıp gönderilmesi gerekiyordu. Sonra, bıkmıştım yazmaktan ... mesela. Yaz, yaz, ne oluyordu sanki ... ben birşeyler olsun istiyordum, iyi bir şeyler ama. Yazmak kötüleşmişti, yazınca kötü bir şey oluyordu ... istemiyordum ben de işte ... hiç olmazsa bu köşede.

Zihnime hakim olamıyordum. Hayatta her karşıma çıkan şeyi illa da anlamaya çalışma refleksimden kurtulamıyordum ... zihnim, artık sahibini dinlemeyen bir kıyamet makinesi gibiydi; anlaşılması gereken şeyler çoğaldıkça zihnimin devri yükseliyor ... anlaşılması gereken şeyler ama hergün sanki daha da hızlı çoğalıyorlar ve sonları gelmiyordu. Anlamaktan bıkmıştım oysa. Bir ağacın gölgesinde oturmak, bir sigarayı parmaklarımda hissederek tellendirmek ve uzaktaki asfaltı cızlatan desoto kamyonların geçişini temaşa etmek istiyordum.

Anlıyordum ama. İstemesem de anlıyordum. Bildiğimiz şekliyle düzen eleştirisi, başkaldırı gülünçleştirilmişler, rekabetçi düzende nal toplamış muktedir müsveddelerinin ellerine geçmişlerdi. Muhalefet işgal edilmişti. Bir takiyeydi artık. Tüm muhalifler hizmete hazırdılar ... devlete veya Avrupa'ya veya uygarlığa. Hepsi safi demokrat, hepsi iktidarın ne yapması gerektiğini iktidardan daha iyi biliyor, hepsi daha iyi bir dünya istiyor, hepsi kendine ve kendinden güçlüye müslüman, hepsi en çok yek diğerine karşı. Hiç biri kendi değil, bir başka şeyin zıddı sadece.

İnternet değildi sanal olan; dünya çoktan sanallaşmıştı da internet bir ayna olmuştu galiba. Dikkatle bakmıştık içine ve sanallığını farketmiştik. Tam o sıralarda icadedilen internet değil de, mesela kamyon lastiği olsaydı, lastiğe dikkatle bakacak ve sanallığını keşfedecektik.

Dostlukla




28 Şubat 1999 Pazar

Herkesin sevgili hompeyci - Özcan Özbilge

 

Herkesin sevgili hompeyci / Özcan Özbilge
Şubat 1999

İnternette tüketicilerden veya kullanıcılardan sözedildiğinde yaygın olarak anlaşılan şey, bilgisayarının başına kişisel ya da mesleki bir amaçla oturmuş, müşkülpesent ve hercai bir okur-tüketirdir. İnsanların elektronik ağda sergileyebilecekleri tüketim davranışları, bir web tarayıcısının sunduğu işlevlerle sınırlı olduğundan, tüm okur-tüketirler, farklı sınıflardan, coğrafyalardan, ya da gelir düzeylerinden gelseler de, davranışsal gözlem nesneleri olarak kolay lokmadırlar. Sözgelimi hepimizin web tarayıcılarımızla yaptığımız en düzenli iş, esasen reklam seyretmektir. Sevseniz de sevmeseniz de, dikkatinizi kaçırmayı öğrenmiş veya basbayağı reklamkörüne dönüşmüş olsanız da, web üzerinde her hangi bir işinizi görürken, bir yandan da ve düzenli olarak reklam seyretmektesiniz. Öyle ki internet kullanıcıları olarak davranışsal anlamda en büyük ortak paydamızın reklam seyrederlik olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Daha küçük bir kısmımız bu reklamları seyretmekle kalmayıp, web üzerinden mal ve hizmet almak üzere seçim yaparken kullanırız da. Web alışverişinin tüketicilere yeni bir serbesti ve seçenek çokluğu sunmuş olduğu tartışma götürmeyecek bir gerçeklik - ben de kendi payıma webi mal ve hizmet almak üzere kullanıyorum. Bu noktadan itibaren okur-tüketirlerin sergiledikleri davranışlar, satın alınan malın ya da hizmetin cinsini, sınıfları, coğrafyaları ve sair farklılıkları yansıtan bir çeşitlilik yansıtmaya başlıyor. Webin bir alışveriş ortamı olarak görmüş olduğu kabul ve gündelik kullanımdaki yaygınlığı da okur-tüketir kitlelerinin davranışlarını belirliyor: Almanlar sözgelimi web üstünden en çok parayı pornografiye harcar ve dayanıklı tüketim malları almaktan uzak dururlarken, Kuzey Amerikalıların sanal harcama alışkanlıkları, mal ve hizmetlerin dağılımı açısından, aşağı yukarı sokak alışverişlerine yakın oranlar sergiliyor. (*)

Reklamcılık, webin kolay coğrafyasında, gündeliğimizin bir parçası olmanın ötesine geçme hazırlıkları içersinde; önümüzdeki yüzyılda sokaklarımıza da inecek yeni bir algılama kipinin ve belirleyici işleyişin başlangıcındayız. Hani çok zamandır umutsuz bilim-kurgucuların gözümüze sokmaya çalıştıkları bir gelecek vardı ya: başbakanların ceket yakalarına reklam aldıkları, camilerin minareleri arasına sponsor mahyalarının gerildiği, ders kitaplarında yer alan tarihi kişiliklerin ürün tanıtımı yaptıkları saçma ve kendi üstüne kapanan bir dünya. Böyle bir dünya bugün şimdiden var: İnternetin ele avuca sığmaz bandıraları (banners) artık her yerdeler. Reklam karşılığı verilen bedava hompeyçler, e-posta kutuları, bandıra değişim programları ve benzeri uygulamalar sonucu girmedikleri bilgisayar ekranı bırakmayan bu renkli ve hareketli hayvancıklar, nereye konacaklarını, ataları sokak ve matbuat reklamlarına kıyasla çok daha büyük bir serbesti içersinde seçebilmekteler. Lezzet sözü veren bir tereyağı bandırası size kah düzen muhalifi bir derginin kapağından, kah bedava e-posta kutunuzun tepesinden göz kırpıyor olabilir. Ne var ki bandıraların da aslında tercihleri var: onlar size en çok kendi hompeycinizden seslenmeyi seviyorlar. Araştırmalar, okur-tüketirlerin en fazla kendi hompeyçlerine aldıkları bandıralara olumlu cevap verdiklerini gösteriyor. Yani anlayacağınız, bedavaya malettiğiniz o çok güzel hompeycinizde gördüğünüz reklamlar, merakla beklediğiniz ziyaretçilerinize değil, size yönelikler. Yine bandıra değişim programlarıyla web sitelerinize aldığınız reklamlar da, esasen kendi sitenizi en çok sizin ziyaret edeceğiniz varsayımıyla hazırlanıyorlar.

Kuzey Amerikalı, İngiliz, Alman, Japon ya da Türk; genç, yaşlı, kadın, erkek, öğrenci, işçi ya da işsiz hiç farketmiyor; internette bir hompeyç sahibi olan herkesin, reklam seyretmekten sonra yaptığı en düzenli iş, kendi sayfasını ziyaret etmek. Kimi aynaya bakar gibi bakıyor sayfasına, kimi eserini seyretmeyi seviyor, kimi sayfasının yerinde durup durmadığını görmeye geliyor günde bir kaç kez, istisnasız hepimiz yaptığımız sayfaları gözden geçirme ihtiyacı duyuyoruz. Bana sorarsanız, en hoş ortak davranışımız ise, kendi hompeyçlerimizde gördüğümüz bandıralara tıklama oranımızın daha yüksek olması; bandıra aynı bandıra, tereyağı aynı terayağı, ama eğer bizim sayfamızdaysa, biz o tereyağını daha çok seviyoruz.

Dostlukla

(*) İstatistikler: www.internet.com


Kaynak : Araf Dergisi Şubat 1999


31 Ocak 1999 Pazar

TC İnternette! - Özcan Özbilge

 

TC İnternette! / Özcan Özbilge 
 Ocak 1999

Bu adam da kırkına yaklaşırken girdiği "retro" kipinden ne zaman çıkacak artık diye soruyorsunuz, biliyorum. Fakat yemin ederim ki, size bu yazıda yeni bir şeyler anlatacağım. Birazcık retrom var, evet, hem de taa David Davidian zamanlarından. Yaşı küçükler hatırlamazlar David'i. Hey gidi ...

Efendim, o zamanlar böyle webmiş, javaymış, Türkçe harfmiş, yok efendim binbir çeşit laklakmış (chat yani) ne arasın, e-posta ve haber gruplarından başka bir şey bilmezdik biz. Beş on sayfalık basit bir yazının gönderdiğimiz yere ulaşması bazen bir kaç gün sürerdi.

Benim bu TC kısaltmasıyla enikonu tanışmam da o günlerde olmuştur. Öncesinde TC benim için soğuk damgalar, temiz kağıtları, pasaport kapakları, askerlik tecilleri gibi yaşantılar ifade ederdi. TC yoktu yani anlayacağınız, "cumhuriyet" vardı benim için - bir miras, bir gerçeklik, bir devlet aygıtı, bir yorum, eleştiri ve özeleştiri konusu, bir çağ ... benim çağım.

Metaforun birini söndürüp birini yakan, neredeyse metafor bağımlısına dönüşmüş bir kuşağın, kısaltmaları da internette sille tokat gibi salladığı, tutum gibi takındığı bir süreçte, TC kısaltması da bir tür kültürel muhalefetin sanal yaka rozetine dönüşüvermişti. Her köşenin ardında bir masonun saklandığına inanmış paranoyaklar ve kişisel kimlik bunalımlarını siyasi ya da etnik meseleler zanneden modernlikzedeler, haber gruplarının kurşuni zeminli meydanlarında, TC kısaltmasını, Sam amcanın kağıttan kuklası gibi, yakıyor ya da asıyorlardı. Adına "eylem" dediğimiz ve benim, içine doğduğum gerçek dünyada, güzelliğin ve sorumluluğun bir ifadesi olarak öğrenmiş olduğum şey, internette, düzenin biçarelerinin katıldığı bir çeşit toplu karaoke ayinine soysuzlaşmıştı.

Köprülerin altından çok sular aktı bugüne, bazı sular da hiç akmadılar. Sanal paranoyaklar internetten dışarı uğrayıp gerçek dünyayı doldurdular; pek çoğumuz gerçek dünyanın sanallığını internetle birlikte idrak ettik. Yapmakla saçmalamak arasındaki zaten pek ince olan o ayrımı büsbütün yitirdik. İçine bir hakikat doldurup da dünyaya saldığınız ne varsa, bir bakıyorsunuz, kısa zamanda içi boşaltılmış olarak çoğaltılıyor. İçi boş şeylerin bir kısmı sonradan kendi bedenlerini ediniyorlar. Biz ölümlülere son gibi görünen ne varsa, hayatın son tanımayan diyalektiğinde önemsizliğe mahkum.

Neyse, retroyu bitireyim ben artık, efendim, TC kısaltması bir kez daha internette. Bu kez bir ulusal alan (national domain) olarak, Türkiye'ninki değil ama (onun .tr olduğu malumumuz), harita da bulmakta zorluk çekeceğimiz bir başka ülkenin, Türk ve Caicos adalarının. Rivayet o ki vaktiyle Amerika'ya köle taşıyan gemilerin uğrak yaptıkları bu ılıman adalara Türk ismi, denizden bakıldığında Osmanlı kavuğunu andıran tepelerinden dolayı verilmiş.

Siyasi dünya haritasının fantazi devletçikleri eskiden beri, geçimlerinin önemli bir kısmını işte pul basarak, kumarhane işleterek veya vergi cennetliği yaparak kazanırlardı. Ulusal internet alanlarının icadıyla birlikte, bu küçük ülkere yeni bir gelir kapısı daha açılmış oldu. Türk ve Caicos'un yanısıra, Liechtenstein, Tuvalu, Cayman adaları, Tonga ve daha bir düzine başka devlet, şimdi arzu eden yabancılara internet alan adı satıyorlar. Tezgahtaki kısaltmalardan bazıları şöyle: .ac.ms (Microsoft bu alan adına yatırım yapıyormuş, duyururum), .li.lu.nu (sanat meraklılarınca tercih ediliyormuş), .st.tc.to.tv ... liste uzun, fiyatlar farklı. Mesela Tuvalu'nun alan adı (.tv) el yakıyor; yılda 500.- ABD doları, ama Türk ve Caicos'unki gayet ehven; iki yıllık isim hakkı sadece 50.- ABD doları. Hem devletseverlerimiz hem de bölücülerimiz için harikulade fırsatlar var bu alan adında.

Siyasi paranoyada tarağınız yoksa, uymadıysa yani, bir de bir otuz dolarınız daha varsa, size Lüksemburg (.lu) veya Liechtenstein (.li) verelim, sevimlilik yapın: http://sevim.li ya da http://izmir.li ya da http://istanbul.lu ya da ... eh, bu iyiliğimi de artık unutmazsınız.

Dostlukla


Kaynak : Araf Dergisi Ocak 1999