index

30 Haziran 1997 Pazartesi

FRESA Y CHOCOLATE (Modern Sodom'un Kalbine Bir Deneme / 2) - Özcan Özbilge


Özcan Özbilge
Sayı : 10 / Haziran 1997

"Fresa y Chocolate"
(Modern Sodom'un Kalbine Bir Deneme / 2)

[d1] İlk modernler tarafından isabetle keşfedilmesinden bu yana, insanlararası çoklu ilişkilerin başlıca çerçevelerinden birini oluşturagelmiş "toplum ve birey çelişkisinin", kapitalist ilerlemenin bir güç kaynağı olarak işlevini yitireceği günlerin eşiğindeyiz. Yakın geçmiş zamanların başlıca tekil öznesi "modern birey", bir kaç yüzyıldır kimi zaman omuz omuza kimi zaman göğüs göğüse kader birliği etmiş olduğu kapitalist işleyişin kendisinin varlığını gereksinmediği bir aşamaya ulaşmış olması sonucu şaşkın ve yurtsuz; öyle ki, sahneden, buhar makinesinin yanındaki şerefli yerini almak üzere, artık inmesi gerektiğini anlamakta güçlük çekiyor. Kederliyiz. Lakin, modern bireyin, tarihin alışkın akışında oldukça erken geldiğini söyleyebileceğimiz sonunun, bir başka insanın başlangıcı olduğunun da bilincindeyiz. Göğüs kafeslerimizi süsleyen o ebedi karanfilin ışığında, Herakleitos'un [d2] ırmağına bu kez kimin yıkanmaya ineceğini merak ediyoruz. Yüzünü seçebilecek miyiz?

Kısa ömrünü kişiliği ve benliği arasında beynamaz geçirmiş olan modern birey, insani varoluşun tekil ve toplu olarak ikiye bölünmesiyle başlamış olan uzun bir evrim sürecinde, "kendini böyle bir ikilikte bilen" insan tekinin, ulaşabileceği en son yetkinlik düzeyini temsil etmektedir. Öte yandan, kendini tekil ve toplu bir ikilikte bilmenin, insanoğluna geniş ölçekli maddi kazanımların yolunu açan bir ruhsal-dilsel uygulayım olarak keşfinin, tarihi-kültürel uzamda köleliğin icadı ve kadın hukukunun yıkılışıyla örtüşmüş olması gerektiğini biliyoruz. İşlevselliğin ve cinselliğin tarihlerinde, birbirleriyle ilintili önemli sıçramaların kaydedildiği ve örgütlü tahakküme dayalı köleciliğin başat üretim düzeni olarak yerleşmesi sonucunu yaratan uzun dönüşümler çağının, yazının kurumsallaşmasıyla birlikte nihayete erdiğini gözönüne alırsak, eski dünya insanının kendini bilirken başvurduğu yerleşik ruhsal-dilsel uygulayımların, altı ila yedi bin yıldır esasta her hangi bir değişime uğramamış olduklarını söyleyebiliriz. [d3] Bir başka şekilde söylemek gerekirse, varoluşsal tarihimiz M.Ö. 4000'lerden bu yana, duyuşsal ve düşünsel bilincin, bedenle doğrudan komşuluk eden en alt katmanında, derin bir durgunluk veya - artık adını koyarsak - bir "düzen" kaydetmektedir. İnsani varoluşun toplumsal ölçeklerde bir tanzimi, kılgıda, hakim hukukun merkeze aldığı cinsin varoluşunun araçsallaşması dolayımıyla geçerlilik kazandığından, burada tarihini hikaye ettiğimiz eski dünya insanının, büyük oranda erkeklerden oluştuğu (lakin yalnızca onlardan oluşmadığı) açıktır. Kadınlar, artık unutulmuş bir çağdan bu yana özerk bir hukuka sahip olmadıklarından, bu en eski düzenin, mutlak ve kuşatıcı şiddetine hedef olmakla birlikte, ruhsal-dilsel tahakkümünün (göreceli olarak) dışında kalmışlardır.


Kipsel ve Ölçübiçimsel

Kendini bilmenin kılgısal süreci olarak bilinç, yaşanmakta olan her anın, insan tekinin o anın öncesindeki tüm yaşanmışlıklarının aynasında bir görülüşünü ve (ama aynı zamanda bir de) gösterilişini içerir. Maddi dünyayla kurmuş olduğumuz ilişkilerimizin belirli bir an içersindeki hallerini, yaşanmışlıklarımızın aynasına düşürmeksizin okuyor olsaydık, bilinçli eylemlerimiz, nedenselliklerini ya da erekselliklerini, bu ilişkilerin andan ana değişebilen kiplerine bağlı olarak kazanan basit işleyişler olarak düşünülebilirdi. Böyle bir durumda, ayrı ayrı insan teklerinin, aynı yaşantı kiplerini paylaştıkları oranda, aynı düşünsel ve duyuşsal bilinçlere sahip olacaklarını, diğer bir deyişle, dünyayla ilişkilerinin kipsel benzerlikleri oranında, bilinçli eylemlerinin aynı nedensellikleri ve ereksellikleri taşıyacağını söyleyebilirdik. İnsanlar, neyse ki, maddi dünyayla ilişkilerinin belirli bir an içersindeki hallerini, başka başka yaşanmışlıkların aynalarından okumaktadırlar. Lakin, insan teklerinin, özgün yaşanmışlıklar geliştiremedikleri oranda, dünyayla kurdukları ilişkilerin kipsel benzerliklerine mahkum oldukları da bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır.

Marx, Alman İdeolojisi'nde, bilincin oluşumunu incelerken, henüz daha iki insanın cinsel birleşmesinde ortaya çıkan işbölümünü, maddi dünyayla ilişkilerimizin kipsel bir koşullayıcısı olarak saptar. [d4] Üretim düzenindeki değişimler, düşüncelerimiz ve duyuşlarımız üzerindeki belirleyiciliklerini, iktisadi işbölümünün dayattığı kipsel yaşantıların hayatlarımızı özgün yaşanmışlıklarımızın aleyhine işgal etmesi dolayımıyla kazanmaktadırlar.Alman İdeolojisi'nin ilerleyen sayfalarında, Marx, uygar toplumun (Alm. bürgerliche Gesellschaft, İng. civil society [d5]) işleyişinin bütünlüklü bir resmini çıkarır ve ideoloji olgusunu kültürdeki tezahürüyle aktarırken [d6], bu işleyişin kısır döngüsünden çıkış umudunu, bireylerin kendi varoluşlarını, biçimlendirici maddi ilişkilerin cenderesinden çekip kurtarabilmelerinde gördüğünü belirtir. İşlerlikteki toplumsal düzenin bedenimize biçtiği kipsel varoluşa teslim olduğumuz oranda, düşünce ve duyuşlarımız da, içinden geldiğimiz sınıf veya zümrenin umumi biçimlerini yansıtmaktadırlar. 

Alman İdeolojisi metninin bütününde dil, düşünce, duyuş ve davranış kavramlarına yapılan tüm gönderme ve değinmeler, Marx'ın, ciddi kültür araştırmacılığının henüz ortada dahi olmadığı bir dönemde, kültürel ifadelerdeki kipselliği başarıyla teşhis etmiş olduğunu gösterirler. [d7] Bu teşhis uygar toplumun işleyişinin geçerli bir açıklamasını mümkün kılmakla beraber, kültürün "kipsel olmayan" veçhesini dışarda bıraktığından, tamamlan-mamış kalır. [d8] Marx'ın, ideoloji kavramının çerçevesinde, maddi dünyayla kurmuş olduğumuz ilişkilerimizin belirli bir an içersindeki hallerinin bilinçlerimiz eliyle dile gelmesi olarak soyutladığı davranışlarımız ve söyleyişlerimiz, birlikte adlandırırsak, ifadelerimiz, her zaman aynı olageliş biçimini arzetmelerine karşın, bu olagelişin ardında (en az) iki farklı işleyişi saklamaktadırlar: kipsel ve ölçübiçimsel. Bu söylediğimi, kendi kavram dilimle tekrarlarsam; dil-düşünce ve dil-duyuşların işleyişsel zeminde bir araştırması, toplumsal işleyişte, kipsel kültür (İng. modal culture) ve ölçübiçimsel kültür (İng. normative culture) olmak üzere, iki farklı kültürden sözetmemizi gerektirmektedir. 

Ölçübiçimsel kültür, insan tekinin kişisel geçmişine ve şimdisine, bütünüyle dilin belleğinde kayıtlı biçimler aracılığıyla katıldığından, maddi dünyayla insan teki arasındaki ilişkinin bir sonucu olarak değil bir etmeni olarak kendini göstermektedir Diğer bir deyişle, insan teklerinin ölçübiçimsel nitelik taşıyan ifadeleri, öznelerinin maddi dünyayla ilişkilerinin hiç bir kaydını içermemekte, tersine, ifade süreci bu ilişkinin yaşanan her an içersinde yeniden kuruluşunun bütünleyen bir parçasını oluşturduğundan, insan tekinin maddi dünyayla ilişkisi, o insanın ölçübiçimleşmiş varoluşsal mirasının etkisi altında kurulmaktadır. Yine, ölçübiçimsel kültürel ifade, tezahür ettiği her durumda, yaşanmakta olan ana direnen bir geçmişi, öznenin iradesine aykırı olarak, şimdinin kılgısının içine sokmaktadır. Kipsel kültürel ifadeler, öte yandan, insan tekinin, umumiyette yaşanmış kişisel geçmişinin, üretim düzeninde aldığı (işbölümünde payına düşen) kılgısal konumunun ve bunlardan bağımsız olarak akmakta olan toplumsal sürecin kesiştikleri şimdide, seçmiş olduğu varoluş kipinin, diğer insanlara yönelik arzını oluştururlar. Her zaman olduğu gibi, kipsel kültürel ifadeler de aslında birer iletişim edimidirler ve yine, insan iletişirken kendini de yapmakta olduğundan, "kendini şimdide yapışın" ayrılmaz bir altsürecini teşkil ederler. Bununla birlikte kipsel ifadeler, özgün yaşanmışlıkların aynasında oluşturulmuş bir iletisim ereği taşımazlar. Bir düşünce alışverişinde ya da bir hoş sohbette olduğu gibi, kimi zaman otobüs durağında verilmesi unutulan bir selam şeklindeki tezahürleri, salt, öznenin şimdideki maddi ilişkilerini yansıtmak üzere seçilmiş dilsel biçimlerce belirlenir. Kipsel kültürel ifadeler, ölçübiçimsel kültürel ifadelerden farklı olarak, daima şimdide inşa edilmiş bir kişisel geçmişi, yaşanmakta olan anın kılgısını yeniden üretmek üzere dile aktarır ve iradeyi güçlendirirler. [d9] Yine, kipsel ifadeler, öznenin an içersindeki ihtiyaçlarını takiben sürece döküldüklerinden, iletişim muhatabı gerektirmezler. Böyle bir ifade sürecindeki özne, kalabalık bir dinleyici topluluğu önünde dahi olsa, daima "kendi kendine" konuşmaktadır.

İdeolojinin bir kipsel kültür olgusu olarak yeniden tanımlanması ve ölçübiçimsel kültürün, maddi ilişkilerin bir belirleyicisi olarak Marxçı toplum kuramına dahil edilmesi, hemen ilk sonucunu iktidar ve üretim düzenlerinin ayrışması, daha doğrusu, bunların artık doğrudan örtüşmemesi şeklinde gösterir. Bu örtüşmezlik Marx tarafından da biliniyordu. Büyük kuramcı, bununla beraber, iktidar olgusunu üretim ilişkilerinin dolayımsız bir ifadesi olarak gördüğünden, söz konusu örtüşmezliği, üretim güçlerinin bu ilişkilerle uyuşmazlığının belirtilerinden biri olarak değerlendirdi. Oysa ki iktidar düzeni, yüzyıl başından bu yana gördüğümüz üzere, üretim düzeninin, ölçübiçimsel kültürün aynasında çarpıtılmış bir sureti olarak kendini göstermektedir. [d10] Ölçübiçimsel kültürünşimdiye direnen işleyişi, öte yandan, kipsel kültüre oranla daha eski bir tarihi olduğunu göstermez. Kendini bilmek, sözgelimi, esasta maddi ilişkilere dayalı kipsel bir varoluş sürecidir ve bu sürecin hakim biçimlerinin eskiliği, kipsel kültürün yaşına da işaret eder.


İçine Doğduğumuz Lonca

Hür ve kabul edilmiş erkekler loncasının dahili işleyişi, dil-duyuşsal biçimlerin takibine dayalı bir çözümlemede, birbiri içersinden geçen hiyerarşik yapılar meydana getiren ve bu yapıların birbirleriyle oluşturdukları her arayüzde aynı ilintileri tekrarlayan, belli başlı üç iletişim dizgeselini açığa vurur: simgesel, kipsel kültürel ve ölçübiçimsel kültürel. Toplumsal sürecin akışı içersinde kurulan, çözülen, gözden kaybolan ya da yeniden beliren bu ilintiler, yapısal birimler olarak soyutlandıklarında, böyle bir yapısal birimin belkemiğini, üyelerin dikey ilişkilerini düzenleyen simgesel iletişim dizgeselinin oluşturduğu görülür. Bu belkemiği boyunca, kademe kademe gerçekleşenkullanıcı-alet ilişkisi, insanoğlunun hemcinsini alet gibi kullanmayı öğrendiği, uzun dönüşümler çağından bu yana bizimle birliktedir. Metalaştırılmış bir varoluş biçimi olarak erkekliğin, bu işlevsel hiyerarşi boyunca yukardan aşağıya ve aşağıdan yukarıya akışkan dolaşımı (hasat edilmesi, toplanması, işlenmesi, paylaştırılması vb.) ise, insanın kendi varlığını hem bir alet hem de bu aletin kullananı kılmayı öğrendiği, modern çağda mümkün olmuştur. Bir başka türlü söylersek, hayatın verili bir biçimi olarak başlamış olan erkekliğin bir iktisadı, kendi varoluşlarına yabancılaşabilen ve bunu araçsallaştırabilen erkeklerin tarih sahnesine çıkmalarıyla gelişmiştir. Erkeklik aşağıdan yukarıya bir doğanın bir bereketi ve eyleme teminatı olarak arzedilirken, yukardan aşağıya bir işlenmiş bir ürün ve eyleme ruhsatı olarak devredilmektedir. Erkekler loncasının belkemiği boyunca iletişim, dilin bütünüyle dışında gerçekleştirildiğinden, insani (fakat herhalde aynı zamanda: hayvani) her hangi bir hakikatin paylaşılması da sözkonusu değildir. 

Kipsel kültürel iletişim, lonca hiyerarşisinde aynı temsiliyet ya da ruhsat kademesinde yer alan erkekler arasında gerçekleşir. Zümre ya da sınıf aidiyeti maddi dünyayla kurulan ilişkinin gerçekliği üzerine inşa edildiğinden, kipsel iletişim simgesel aidiyetlerin (içersinde de gerçekleşmekle birlikte) sınırlarını aşar ve bu ayrı hiyerarşileri her kademede birbirlerine bağlar. Ölçübiçimsel dil, bu işleyişsel düzeneğin tüm eklem ve uzuvlarının üzerini kadifeden bir toz gibi örterken, bir yandan da loncanın dışardakilerle iletişimini olanaklı kılar. Lonca hiyerarşisi boyunca ast ile üst arasında gerçekleşen simgesel iletişimde olduğu gibi kipsel iletişimde de ikinci dereceden tüm göstergeler anlam karşılıklarını her zaman bu katmanda bulurlar. [d11]

Eski dünyanın hakim kültür coğrafyasında, toplumsal alanda dışsal bir amaç doğrultusunda birlikte hareket eden her iki yetişkin erkek simgeci bir topluluk meydana getirir. Kahramanlarımız böyle bir şeyi istemedikleri kanısında olsalar dahi, dışsal bir amacı hedefleyen irade, bir erkekten diğerine ancak simgeler aracılığıyla iletilebildiğinden, hazırdaki umumi ilişkileri aralarında yeniden üretmekten başka bir seçenekleri yoktur. Geçerliliğin meşruiyetinde, insan emeğinin etkinlikle istihdamına yönelik kılgısal bir düzenleme olarak görünen "hiyerarşi", asli işlevini, kurgulanmış ve kaba simgesel aidiyetlerin, erkekler arasında modernlikle birlikte tümden yitirilmiş olduğu anlaşılan dil-duyuşsal bir birliğinin yerine ikame edilmesini sağlayarak yerine getirmektedir. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, yetişkin erkeklerin toplumsal alandaki ilişkilerinde sevgi ve dostluk birer simgesel göstergeden ibarettir. [d12]



Erkekler bu hiyerarşinin sathını uygun ölçübiçimsel dillerle örterler: Mesleki ve siyasi edebiyatlar, geleneğin anlamdan boşalmış olduğu varsayılan törenleri, uygarların titiz davranış kuralları, kısaca, ölçübiçimsel bir asli işleve sahip bütün dilsel dizgeler, asli işlevlerinin yanısıra, bir de, simgesel lonca işleyişinin örtülmesi ve kimi zaman (uygarların davranış kuralları örneğinde olduğu gibi) bunun inkar edilmesi işlevini yerine getirirler. Sevgi ve dostluğun, erkeklerarası yaşantılar olarak, modernliğin toplumsal alanından kaçırılan veya bu alanın dışında (yetişkinlik öncesinde olduğu kadar, modern erkeğin hayatınınbireysel/özel yarımında, modernlik öncesi toplumsallığın adacıklarında ve akıl hastanesi, cezaevi, kaza yeri gibi, sakinlerinin dışardaki simgesel aidiyetlerini ve hiyerarşik konumlarını tanımayan mekanlarda da) kurulmuş ilişkilerde hayata geçirilebildiğini görüyoruz. Farklı sınıf ve kültürlerden erkeklerin, yaşları ilerledikçe yeni dostluklar kuramadıklarından şikayetçi olmaları ya da modern toplumsallığın yukarda sıraladığımız kıyıköşelerinde özgün yaşanmışlıklar olarak büyüttükleri sevgi ve dostlukları, lonca işleyişine umutsuzca dahil etmeyi denemeleri bilinen olgulardır. Özgün yaşanmışlıklarımız, kipsel kültürün gündelik biçimlendirici saldırısından kılgısal bir korunma imkanı sağlamalarının yanısıra, simgeciliğin fasit dünyasından dışarı bir çıkış kapısı olarak da önem kazanmaktadırlar.


Yoldaşlık ve Eşcinsellik

Metalaştırılmış bir varoluş biçimi olarak erkekliğin modern Sodom'un işleyişi dahilindeki simgesel dolaşımı, her lonca üyesinin, hiyerarşi sıralamasında hemen kendi altında yeralan diğer üyelerin erkekliklerini temsilen kullanma hakkını temin eder. Lonca işleyişinde astların üstlere erkekliklerini gönüllülükle devri, dil-mitosun yaşarlılıktaki en eski duyuşsal ifadelerden birine tekabül eder. Eski dünya kültüründe, takıntılı cinsellikler geliştirmiş pek çok ataerkil toplumda görülmüş olan ve hakim erkeğin buyruğu altındaki diğer erkeklerin eşleri ve kız çocukları üstündeki haklarını güvenceleyen yasa ve gelenekler (babanın gelinleri veya derebeyinin köylülerinin karıları üstündeki ilk gece hakkı vb.) doğanın bereketli varlığının bir cinsel haz kaynağı olarak paylaşımını düzenlemekteydiler. Boyuneğen erkek, efendisinin karısı üstündeki ilk gece ya da keyif hakkını kullanmasına tanıklık ederken, simgesel işleyişte, kadının bedeninin mülkiyetinin efendiye ait ve kendi erkekliğinin bir ruhsat olduğunu teslim etmiş oluyordu. Yine aynı işleyiş, cinsiyetin mutlak kadınlıktan mutlak erkekliğe uzanan simgesel bir yelpazesini, erkekliğin mülkün boyutlarıyla ölçeklendirildiği bir kılgısal hiyerarşinin üstüne izdüşürmekteydi. Bu geçmişin modernliğe bıraktığı şiddetli duyuşsal miras, kendi varlığına yabancılaşabilen modern erkeğin, bunu doğanın bir bereketi gibi, simgesel efendisine sunabilmesinin zeminini oluşturdu. Lonca hiyerarşisinin barındırdığı basit kullanıcı-alet ilişkisi, kapitalist maddi işleyiş içersinde yeniden üretilirken, üstlerin, astlarınca birer eyleme teminatı olarak sunulan erkeklikleri, takma uzuvlar olarak kullanmalarını olanaklı kılan yetkin bir iktidar uygulayımına dönüştü. Modern erkeğin, erkekliğini bir diğer erkeğe, kullanılmak üzere sunduğu ilişkilerden birine gündelik dilde yoldaşlık adını veriyoruz. 

Evet. Yukarda sarfettiğim son cümleyle birlikte bir ifade duvarına çarpmak üzere olduğumun farkındayım. Bu ifade duvarını yoldaşlık sözcüğünün (ve benzerlerinin ya da türevlerinin) çevresinde örülmüş duygusal edebiyatın muazzam hacmi oluşturuyor. Modern işleyişin coğrafyasında, ölçübiçimsel dilin yoğunlaşarak hacim kazandığı ve ikinci dereceden göstergelerin üstüste yığıldığı her hangi bir bölge, neredeyse her zaman, üstü örtülen düzenin en hayati eklemlerinden birine işaret eder. Erkek topluluklarında iktidarın dolaşımını ve dağıtımını düzenleyen bir ilişki olarak kurumlaşmışsimgesel livata, hakim hukukun erkek cinsini merkeze alması dolayımıyla, siyasi-toplumsal iktidarın (hangi düşünsel zeminde meşruiyet bulmakta olursa olsun) üstünde işlediği duyuşsal-davranışsal zemini oluşturur. [d13] Modern Sodom'un beylerinin gerçek eşcinseller karşısında duydukları öfke ya da riyakar merhamet böyle bir duyuşsal zeminde varolmanın getirdiği derin bir huzursuzluğun davranışsal ifadesidir. Eşcinselin kılgısal varoluşu, Sodom beyinin gerçek bir anlama işaret etmeyen simgesel kabuğunun ardındaki boşluğu doldurabilecek güçte olduğu gibi, iktidar düzeninin üstünü örten ölçübiçimsel dili hayatın içersinde geçersizleştirdiğinden, daimi bir rahatsızlık kaynağı olarak algılanır. Eşcinsellere yönelik aşağılayıcı edebiyat ve çıplak şiddet, öte yandan, Sodom'un simgesel hiyerarşisine dışardan ve en aşağıdan eklemlendirilmelerini olanaklı kılan bir yan-işleyişe karşılık düşer. 

Tomas Gutierrez Alea'nın 106 dakikalık anlatısı, erken 90'lı yılların Havana'sında, yolları kesişen iki farklı erkeğin yaşantılarından canlı ve devinimli tasvirlerle açılır. Çilek ve çikolata, aykırı ve sorunlu kimliğiyle eşcinsel yazar Diego'nun, henüz yetişkinliğin kıyısındaki üniversiteli genç komünist David'in yoluna çıkışıyla örülmeye başlayan derin bir dostluk ilişkisinin öyküsüdür. Pek çoğumuz için geçerli olduğu gibi, David ve Diego da birbirleri için, başlangıçta, benin yaşantı alanına giren birer öteki yıldızdan ibaret görünürler. Diego, küçük haz oyunlarıyla büyük duyarlılıkların örtüşemeyen kader çizgisinde uzanan bir arayış yolculuğundadır. Sevgilisi Vivian'ın ehemmiyeti partisinden menkul bir küçük efendiyle evlenerek geçerliliği seçmesiyle, karmaşık bir boşluğa düşmüş olan David ise, hayatının belki de ilk muhasebesinin eşiğindedir. İki erkeğin ilişkisi Havana'nın verili gündeliği içersinde hızla ilerlerken, David'in yatak beraberliğini baştan reddetmiş olması, Diego'nun arayışını billurlaştırmasına yardımcı olacaktır.

David, uzunca bir süre, Diego'yla ilişkisini örgüt yoldaşı Miguel'in huzurunda dile dökme ihtiyacını duyar. [d14]

Bir erkeğin bir başka erkeğin bedeni ve bu bedenin deneyimleri üzerindeki denetimi, yoldaşlık ilişkisinin bir tahakküm olarak işleyişinin esasını teşkil eder. Bu denetim düzeneği, başka başka erkeklerin yaşantılarının umumileştirilmiş biçimsel kalıplara dökülmesini sağladığı gibi, erkekleri ait oldukları simgesel hiyerarşilerin dışına çıkmaktan, diğer bir deyişle, kendi özgün yaşanmışlıklarını geliştirmekten de korur. Simgesel aidiyetin ortaya çıkardığı ortak yaşantı alanı gerçekliği öylesine çarpıtır ki, kimi zaman, sadece bu ortak alanda geçerli ölçübiçimsel dilin dışına çıkmak bile, içerdekilerin düştükleri aczin ve nafileliğin görülmesini mümkün kılar. Hiyerarşik denetim, denetlenen erkeğe de, taşımakta zorlandığı yaşantılardan, bunları bekletmeksizin umumiyete dökerek kurtulma olanağını sunar. Simgesel aidiyet bir ikame-varoluş olarak hakikisinden daha kolaydır.

Diego'yla ilişkisini Miguel'e anlatmak, David için, film ilerledikçe zorlaşan bir ödevdir. David'in önceleri bir takım yabancı ülkeler temsilcilikleriyle teması olabilecek devrim [d15] aleyhtarı bir ibnenin izlenmesi olarak dile döktüğü yaşantı, Miguel tarafından, birlikte hareket edebilecekleri yeni bir dışsal amaç olarak değerlendirilmiş ve olumlanmıştır. Miguel, yoldaşının ilişkisinin bir eşcinselle olması nedeniyle, özellikle dikkatli ve koruyucudur: denetimi yoğunlaştırma ihtiyacını duyar. David, oysa ki, kendine ve Miguel'e yalan söylediğini her gün biraz daha derinden kavramaktadır.

Miguel sabırsızlanır; devrime zarar verebilecek sefil bir ibnenin açığa çıkarılması işinin bu kadar da uzamasını anlamamaktadır. Miguel'in rahatsızlığı David'le arasındaki simgesel birliğin çözülmekte oluşunu hissetmesinden kaynaklanır. Diego'nun bertaraf edilmesi amacıyla harekete geçmeleri, bu simgesel birliğin yenilenmesi ve güç kazanması için gereken dışsal eylemliliği de sağlayacaktır. Düştüğü ifade açmazından kurtulmak amacıyla, David, Diego'yu insani çehresi ve sorunlarıyla anlatmayı dener. Miguel'in, Diego'yu savunmak durumunda kalan David'e yönelttiği bir soru, erkekler loncasının bir karaltısını dile taşıması yanında, senaryo yazarı Senel Paz'ın yüksek farkındalığının güzel bir örneğini de teşkil eder. 

"Kendi cinsiyetine bile sadık kalmamış birine nasıl güvenebilirsin ?" [d16]

Sodom hiyerarşisine giriş verili bir kültür yaşantısıdır. Yetişkin modern erkeklerin toplumsal alanda iletişirken başvurdukları tüm ulamsal ve metaforik diller, merkezdeki simgesel iletişim zincirini örselemeyecek şekilde güçsüzleşmişlerdir. İki erkek arasındaki dilsel iletişimin güç kazandığı her özgün yaşantı kesitinde, bu erkekleri loncaya bağlayan ve lonca içersinde birbirleriyle ilintilendiren simgesel gösterme düzlemi çözülmeye başlar. Düzenin böyle çözülmelere karşi bekçiliğini, pek çok başka durumda da olduğu gibi,ihanet göstergesi yerine getirir. Modern Sodom'da ihanet, işleyişsel zeminde, lonca hiyerarşisinde bir eyleme teminatı olarak sunulmuş erkekliğin geri çekilmesinden ibaret olmakla birlikte, simgesel efendide şiddetli bir cinsel aşağılanmışlık duyumuna ve öfkeye neden olur. Bu öfke külliyetli ölçübiçimsel edebiyatları doğurmuştur. Yakın siyasi tarihimizi dolduran hainler kalabalığı (vatan hainleri, davadan dönenler, dinden çıkanlar ve bunların sayısız türevleri), bir boşluğu dışardan sınırlayan içbükey bir karabasanın kahramanlarını oluştururlar. Dünya bir kaç kez yıkılıp yeniden kurulsa ve hainlerin çehreleri her defasında değişse dahi, böyle bir karabasan, akıldışı bir durağanlıkta hep aynı düzeni sergiler. 

Diego, David'le ilişkisinin anahtar sözcüğünü telaffuz eder: dostluk. İlişkinin bu yeni düzeni yerleşirken, filmin başından bu yana davranışsal bir örnek olarak yorumlanan David kişiliğinin içinin dolmaya başladığını, çektiği acının adını koyan ve kendine dönen genç bir adamın yüzünün belirginleştiğini izleriz. Dostluk, sanki, Diego'nun kader çizgisini değiştirirken, David'e de kendi varoluşunu kazandırmış gibidir. Senel Paz'ın senaryosu, lakin, dostluğu cinsiyet sınırlarının ötesinde resmetmenin peşindedir. Mirta Ibarra'nın mükemmel oyunuyla can verdiği Nancy, intihar denemesiyle birlikte sahne kazanırken, Diego ve David'in ilişkisini de bir kurgu olmaktan kurtarır.

David kendi özgün varoluşunu kurdukça, Miguel'le paylaştığı ikame-varoluş çözülür ve aralarındaki simgesel iletişim, açık bir çatışmanın ardından kopar. Bu kopuşla birlikte, Miguel'in içinde hala yaşamayı sürdürdüğü simgesel göstergeler dizgesinde, David'in bir gösterilen olarak konumu değişmiştir. Miguel, lonca işleyişi gereği, David'in hakettiği yeni hiyerarşik konumu geçerlileştirmeyi vazife edinir ve bu yönde harekete geçer: eski yoldaşının Diego'yla eşcinsel bir ilişki içersinde olduğunu kanıtlayarak örgütten atılmasını sağlayacaktır. David, Miguel için artık dışsal bir amacın nesnesidir. Paz'ın senaryosu, Miguel'in bu son eylemini resmettiği sahnelerde, iktidar erkekliğinin özündeki kaypaklığın da altını çizer.

Başından sonuna bir anlatı olarak akması ve çok güçlü bir senaryo üzerinde yükselmesi nedeniyle, Çilek ve Çikolata'nın, yönetmeninin yaratıcılığından ziyade ustalığını talep eden bir yapıt olduğu söylenebilirdi. Bununla birlikte Alea'nın erkek ve kadın bedenlerini perdede konumlarken yakaladığı dil-duyuşsal ifade hacmi, anlatının son derece derin bir kavrayış noktasından görselleştirildiğini kanıtlıyor. Bu sahnelerden birini irdeleyerek, yazıyla hakkı verilmesi olanaksız bu güzel filmden ayrılacağız.

Miguel, Diego'nun yanından körkütük sarhoş gelen David'in başını musluktan akan suya tutarak, yoldaşının kendine gelmesine yardımcı olmaktadır. [d17] Perdede biri öne eğilmiş, diğeriyse onun üzerine eğilmiş iki çıplak erkek bedeni görürüz. Üstteki erkek bedeni kollarını kullanarak alttaki bedene destek olmakta ve devrilmemesini sağlamaktadır. Filmin akışı içersinde, çoğunlukla anlatıya (kurgusal düşüncenin ifadesi) aracı olan ve ona eşlik eden görsel ifade, bu kez anlatıdan özerkleşmiş ve başka bir şeyin ifadesine dönüşmüştür. Bedenlerin perdeye yerleştirilişleri ve bunların devinimlerinden oluşan görsel göstergeler livataya işaret ederler. Kurgusal ifadeyle görsel ifadenin bu birbirlerinden özerk ama eşzamanlı terkibi, tıpkı çok sesli müzik dinlerken kulaklarımıza ulaşan iki başka müziksel ifadenin birlikte bir duyuş/düşünce oluşturmaları gibi, iki eşzamanlı ifadenin toplamlarından daha büyük ve bu toplamdan daha başka bir bileşik ifade olarak düşünülebilir. Alea bu sahneyi filmin akışı içersinde öyle bir noktaya koymuştur ki, kurgusal ve görsel iletiler seyircinin zihninde yerlerini bulurken bir soru oluşturacak şekilde biraraya gelirler: Miguel ve Diego'dan hangisi David'le ilişkisinde eşcinsel duyuşlar içersindedir? Sahnenin sonunda iki erkek musluktan ayrılırlarken, Miguel, David'in kıçına hafif bir şaplak atarak, bayağı bir şaka yapmaktan da geri kalmaz. 

İlk sessiz filmlerde, anlatıların doğrusal bir gelişim çizgisinde canlandırılmalarını üstlenmiş olan devinimin, sinema dilinin bugün ulaştığı noktada, yönetmenlerce bir tür tasarım malzemesi olarak kullanılabildiğini izliyoruz. İnsan topluluklarının iletişimsel tarihinde, ağırlıklı olarak duyuşların ifadesinde başvurulmuş ve bu işleve uygun dilsel bir bellek kazanmış devinimin, sinema yönetmenlerinin zihinlerinde, düşüncelerin ifadesi amacıyla istihdamının keşfi, önemi henüz yaygın olarak farkedilmemiş bir dil devrimidir. Günümüzde yönetmenler, deyim yerindeyse, artıkdevinimlerle de düşünebilmekte, buna karşılık, sinema seyircisi, yönetmenin düşüncelerini duyuşsal biçimler aracılığıyla anlamlandırmaktadır. Sinemanın bu keşfinin, yakın bir gelecekte kitle iletişimince de öğrenilerek, yaygın bir iktidar uygulayımına dönüştürüleceğini şimdiden söyleyebiliriz.


Bir Dil Olarak Devinim

Sağır-dilsiz alfabesini bilirsiniz. Bedenin değişik uzuvlarının, ama daha çok ellerin ve parmakların çeşitli duruşlarının veya bunların yinelenen hareketlerinin göstergeleş-tirilmesiyle oluşturulmuş bu yalınkat dilsel dizge, esasen kavramsal iletişim amaçlı olduğundan, sözel bir dilin geniş metaforik ifade olanaklarından yoksundur. Bununla beraber, sessizliğin insanları, pek çok durumda, işitme yetisinin neredeyse bir talihsizlik olduğunu düşündürecek ölçüde yetkin metaforik iletişimciler olarak göze çarparlar. Bu sıradışılığın ardında, işitme özürlülerin, sağır-dilsiz alfabesi yanında, binlerce yıllık belleği olan görsel-duyuşsal bir dili, devinimlerin dilini, işitebilenlere kıyasla çok daha yüksek bir maharet ve bilinçle okuyup konuşabililiyor olmaları yatar. 

Modern toplum bilimlerince devinim olgusuna dair geliştirilmiş kuramsal açıklamalar ve tanımlar, doğa bilimlerinin kavrayışsal mirasını yansıtır. Bu açıdan Marxçı kuramsal birikim de bir istisna oluşturmaz. Devinimin süreç kavramıyla içiçe tasavvuru, biraz da, doğanın bu iki olgusunun, hayatın verili bütünü içersinde, daima birbirlerinin "bakışımlı yüzlerini" oluşturmalarından kaynaklanmıştır. Öte yandan, hayatın bütünü içersinden soyutlayarak ulamlandırabileceğimiz her iki başka olgunun da, bakışımlılık arzedecekleri en az bir gözlem noktası bulunabileceğini biliyoruz. Bir kavrama yöntemi olarak soyutlama işleminin bizzat kendisinin de, bu durumda, insanoğlu tarafından gözlemlenebilen olguların tümünün bakışımlı bir yüzünü oluşturduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki, hayat içersinde olup da soyutlayabildiğimiz her şey, salt bu soyutlama olanağını bizlere tanıması hasebiyle, tüm diğer niteliklerinin yanısıra bir de iletişimsel nitelik kazanmaktadır. Böyle bir nitelik, lakin, hemen zorunlu olarak, orada bir iletişim dizgesinin varlığına ya da olasılığına işaret etmez. İletişim dizgelerinin teşekkülü, hayattan soyutlanan biçimlerin, insan bedeninin yetileri dahilinde doğrudan veya uygulayımsal dolayımla yeniden ya da dönüştürülerek üretilme olanağını içermelerini, ve ilaveten, sözünü ettiğimiz bu olanağın insanlararası çoklu ilişkilere yeni bir işleyiş katacak şekilde keşfedilmiş olmasını gerektirir. [d18] Devinim, insan algısının doğası tarafından belirlenen verili iletişimsel niteliğiyle, insanoğlunun kendini ifade etmek amacıyla kullanmayı öğrendiğiilk dilin başlıca maddesini oluşturur. [d19]

İletişim dizgeleri, hayata kattıkları yeni işleyişlerle, üzerlerinde başka diller inşa edilebilecek yeni maddiyatlara dönüşür ve bir kez daha soyutlama işlemine konu olabilecek yeni olgusallıklara yol verirler. Kültürün, üstüste ve içiçe teşekkül eden insan dilleriyle, doğanın üstünü örter ve onu tamamlar şekildeki yapılanışı, bir bakıma, yaşlı bir ormanın sayılamayacak kadar çok sayıda mevsimin ardından, artık kendi toprağını oluşturmuş olmasına benzetilebilir. Ormanı vareden toprak ve toprağı varetmeye başlamış orman arasındaki bakışımlı birliktelik, ne, bu ikisi arasındaki ilinti türlerini gözlemcinin seçtiği ölçütlere tabi kılan öğesel çözümleme yöntemiyle (İng. factorial analysis), ne de, olguları her zaman nedensellik zincirlerine mahkum eden tarih yöntemiyle anlaşılabilir. Kültür çözümlemesi yöntemi, ele alınan her ayrı durumda, bir başka deyişle, seçilen her ayrı gözlem noktasında bir başka işleyişin kendini göstereceğini ve gerek öğesel ilintilerin gerekse nedenselliklerin her defasında yeniden oluşacaklarını öngördüğünden, olguların toptancılığa geçit vermeyen bir diyalektik içersinde anlaşılmasını olanaklı kılmasıyla önem kazanmaktadır. Devinim dilini modern Sodom'un işleyişinde bir gözlem noktası olarak seçmeden önce, hem bu konuda ilerde söyleyeceklerimize bir zemin oluşturmak, hem de yazımızın kendine biçtiği yetkinin sınırlarını daraltmak üzere [d20], konumuza, ele aldığımız olgunun başka bir gözlem noktasından çıkarılmış bir resmiyle mola vermek istiyorum. 

İnsan doğası, devinimi görsel bir dilin maddesi olarak tanımazdan önce bir yaşantı olarak tanır. Hemen her gün, bedensel devinimlerimiz aracılığıyla, maddi doğayla ya da hemcinslerimizle, dilin dolayımının ötesine taşan ilişkiler kurmaktayız. Kucağımıza oturan bir kediyi severken, yumruklaşırken ya da sevişirken, anlam, bu yaşantılarda başvurduğumuz dilsel göstergelerin yanısıra, kendi bedenimizin hareketlerinde veya diğerlerinin bedenimiz üzerinde etkiyen devinimlerinde, dolaysız bir kipte gerçekleşmektedir. Dilsel ve dolaysız iletişimin içiçeliğini mizahi bir örnekle açabiliriz: Bir sokak arbedesinde, sıkılmış bir yumruğun tehditkar bir şekilde havada sallanması dilsel bir gösterge oluşturur. Lakin aynı yumruğun yüzünüze inmek üzere hızla yaklaşması artık bir gösterge değil, çıplak bir yaşantıdır. Örneğimizdeki ilk yumruk anlamını ikinci yumruğa işaret edişiyle kazanırken, ikinci yumruk anlamın dolaysız bir kipte gerçekleşmesinden başka bir şey değildir. Devinimin biri dilsel diğeri yaşantısal bu iki yüzü, birlikte, hayatlarımızı derinden belirleyen çok eski bir iktidar uygulayımının işleyişsel zeminini oluştururlar. 

Kendi bedeninin devinimleri aracılığıyla bir başka insanın bedeni üzerinde, bu iki bedenin birlikte oluşturdukları gerçekliğe dışsal bir amaç doğrultusunda, şiddet uygulayan yetişkin, bu yaptığından kendi varlığını yalıtırken, devinimin dilsel doğasınının ardına saklanır. Diğer bir deyişle, işleyişsel şiddet, öznesi için bir ifade sürecidir. Böyle bir özne kendi cürmünden dilin dolayımıyla korunur. Bizim işkencecilerimizin çoğu, örneğin, kurbanlarınabir ders verdikleri kanısını taşırlar. [d21] İşleyişsel şiddet, öte yandan, nesnesi için çıplak bir yaşantıdır. Öznenin (anlatanın) dilsel, nesnenin (anlayanın) ise yaşantısal deneyimler içersinde karşılaşmaları şeklinde gerçekleşen bu ilişki, sadece işkence odalarına mahsus olmayıp, eğitim kurumlarından işliklere kadar uzanan geniş bir yelpazede, eski dünya uygarlığının geliştirdiği bir iktidar uygulayımı olarak dolaşımdadır. Bu uygulayımsal miras, sözgelimi, bir çocuğun ellerinin tersine ya da ağzına vurularak cezalandırılması ile avuçiçlerine vurularak cezalandırılması arasında çok önemli işleyişsel farklılıklara işaret eder. Ağza ya da ellerin tersine vurulması, çocuğunifade uzuvlarının, avuçiçlerine vurulması ise eyleme uzuvlarının acı yoluyla terbiye edilmesine yöneliktir. Bu şekilde çocuk cezalandıran bir yetişkin, çoğu zaman, yaptığının anlamına düşünsel bilincinde vakıf değildir; ancak o, bu anlamı duyuşsal bilincinde mükemmelen tanır. İşleyişsel şiddet, dil dolayımının kolaylığıyla bir başkasının yaşantısınıyapmanın, dahası, giderek başkalarının nasıl varolmaları gerektiğini buyurmanın en basit ve gündelik uygulayımlarından biridir. [d22]

Molanın sonuna geldik. Yazımızın izleğindeki yolculuğumuzu, kendini ikilikte bilen modern insanın modernlik öncesindeki selefinden kopuşu sürecinde, devinimin bir dil olarak üstlendiği işleve değinerek sürdüreceğiz. 18. ve 19. yüzyıllarda aydın, ruh hastası, eşcinsel, mühendis ve benzeri modern kişiliklerin doğumuna yolaçan ve eyleyen özne ile eylenilen sanatın örtüşmesiyle kendini gösteren dönüşüm, dil-kültürel işleyişte, insan tekinin çoğul varoluşlarından birinin, bu insanın eylediği sanata raptedilmesiyle, modern anlamda kişilik oluşumunu olanaklı kılan bir dilsel-ruhsal uygulayıma karşılık düşmekteydi. Varoluşsal devinimin (içerden dışarıya) bu şekilde yönlendirilmesiyle, insan tekinin toplumsal-iktisadi işlevselliğine daha önce benzeri görülmemiş bir güç kaynağı kazanılırken, bu işleyişin ters yöndeki (dışardan içeriye) etkisi, eylenilen sanata bağlanmış ve bu sanat aracılığıyla iktisadi geçerliliğin düzenlileştirici baskısına girmiş varoluşun, bu baskı altında pıhtılaşarak kişiliğe dönüşmesi sonucunu doğurmuştur. Bu bağlamda, bir diğer şekilde ifade etmek gerekirse, modern birey, bedeninin başka başka oluşlarını özgünce gerçekleştirmek yerine, bunlardan toplumsal-iktisadi geçerlilik içersinde önem kazanan birini ifade sürecinde öne çıkarmış ve kişilik olarak geliştirmiş insan tekidir. 18. yüzyıldan bu yana derinleşen işbölümü, günümüzde kişiliklerin daha da yüksek oranlarda uzmanlaşmalarını gerektirmekteyse de, modern bireyin düzenin işleyişine sunabileceği dirimsel olanakların sonuna gelindiği, kapitalizmin akıldışı koşusunda verilen zayiatın tırmanmasından anlaşılmaktadır. [d23]

Modern kişiliklerle birlikte, devinim dili de, kipsel kültürel varoluşların modernlikteki en etkin duyuşsal dili olarak gelişmiştir. Bu dönüşümle birlikte, tarihte ilk kez olmak üzere, sınıfsal ve zümrevi iletişim umumi yaşantıların kılgısına bağlanarak yeni bir işleyiş kazanmış; kipsel dillerin kaydettiği bu gelişmenin bir başka sonucu olarak, ölçübiçimsel diller, sınıflar ve zümreler üstü meşrulaştırım uygulayımlarına olanak verecek ölçüde serbest kalmış ve devasa simgesel aidiyetlerin (sözgelimi milliyetlerin, Avrupalılığın vb.) kurgulanarak dil topluluklarına birer deli gömleği gibi giydirilmeleri mümkün olmuştur. Modern Sodom hiyerarşisinde, aynı temsiliyet ya da ruhsat kademesinde yer alan erkekler arasındaki duyuşsal iletişim de, sınıfsal ve zümrevi iletişimin bir altdizgesi olarak, devinim dilinin üzerinde yükselmektedir. Hür ve kabul edilmiş erkekler loncasının çözümlemesini, bir müddet daha devinimlerle düşünerek sürdüreceğiz. Sırada ateşli silahların dil-mitostaki kökenleri var. 

Ekim 1996 - Ocak 1997


Dipnotları

[d1] Fresa y Chocolate (Çilek ve Çikolata) - konulu film, 111 dakika; Yönetmenler: Tomas Gutierrez Alea ve Juan Carlos Tabio; Senaryo: Senel Paz; Başlıca oyuncular: Jorge Angelino, Andres Cortina, Vladimir Cruz, Francisco Gattorno, Mirta Ibarra, Jorge Perugorria, Marilyn Solaya; Müzik: Jose Maria Vitier; Yapım: Instituto Cubano del Arte e Industria Cinematograficos / Instituto Mexicano de Cinematografia / Miramax Films, 1993 - Küba / Meksika / İspanya. 

[d2] Diyalektiğin ve devinimin kadim ustasının adını ilham ve soy kaynağım olarak anıyorum. 

[d3] Yakın çağlarda soykırıma hedef olmuş kızılderili toplumları, insani varoluşu toplumsal ölçeklerde tanzim ederken ikici olmayan uygulayımlar geliştirebilmiş kültürlere örnek olarak gösterilirler. Türkiye kültüründe köklü bir yeri olan batıni mezhep ve tarikatların geliştirdikleri mütemmim varoluşlar da, toplumsal ölçeklerde bir düzenlemeye tekabül etmedikleri kaydı düşülerek, bu çerçevede anılabilirler. 

[d4] Marx, Karl - Die Frühschriften (Herausgegeben von Siegfried Landshut): VIII. Die Deutsche Ideologie (1845/46), ISBN 3-520-20906-3, Alfred Kröner Verlag, Stuttgart - 1971 (sayfa 348'den 359'a kadar). 

[d5] Marx'ı ziyaretten dönüşümde sınıf kavramını merkeze alarak devam edecek olsaydım, "kentsoylu" karşılığını kullanarak çevirirdim. Ancak bu ziyareti kendi kavramsal çerçevemi terketmeden yapmak istediğimden "uygar" karşılığını tercih ediyorum. 

[d6] Aynı kaynak: VII. Die Deutsche Ideologie (1845/46) (sayfa 374'den 402'ye kadar). 

[d7] Aynı kaynak: VII. Die Deutsche Ideologie (1845/46) - kavramsal tarama yöntemiyle ele alınan metin kesiti: sayfa 339'dan 485'e kadar. 

[d8] Bu söylediğimin yeni bir saptama olmadığı açık; Horkheimer, Marcuse ve Adorno'nun (daha önce değinip geçtiğimiz) çalışmaları bir yana, Gramsci ve Habermas'ın da sıklıkla ziyaret ettikleri bir uğrak noktasındayız. Burada yeni olan, yanımızda getirdiğimiz kültür kuramından başka bir şey değil. 

[d9] Sınıf atlamış küçük kentsoylunun ümmi annesine ilkokul ya da ortaokul diploması yakıştırmasını ya da bugünlerde pek sık gördüğümüz gibi, sonradan olma liberallerin, pantalon ceplerinde taşımak üzere bir de "eski solcu kimliği" edinmelerini, çıplak örnekler olarak sıralayabilirim. 

[d10] Bu bölümün, başından beri, bir altyapı-üstyapı polemiği çerçevesinde okunma tehlikesi içerdiğinin farkındayım. Bu yazının temel başvuru kaynağı olarak (diğer Marx-Engels metinleri arasından) Alman İdeolojisi'ni seçmemin nedenlerinden birinin, kendi kuramsal çerçeveme almak istemediğim altyapı ve üstyapı kavramlarına bu metinde henüz başvurulmamış olması olduğunu söyleyebilirim. Bu kavramların eksikliğinin, Alman İdeolojisi'ni, Marxçı zeminde geliştirilebilecek bir kültür kuramı için, mevcuttaki en sağlam kaynaklardan biri kıldığı fikrindeyim. Her ne kadar, Engels, Joseph Bloch'a mektuplarında, altyapı ve üstyapı kavramlarının diyalektik dışı anlayışlarla kullanılmasını, Marx'ın ve kendisinin hiç bir zaman öngörmemiş olduklarını belirtmişse de, Marxçı siyasette toptancılığın belli başlı meşruiyet kaynaklarından birinin bu kavramların elverdiği olgular hiyerarşisi olduğu açıktır. Marxçı kültür çözümlemesinin belki de en önemli adımının, olgular arasındaki tüm ilişkilerin her ayrı durumda yeniden oluştuğunun anlaşılması olduğu gözönüne alındığında, kolaylığın tuzağını hazırlayan alışkın kavramları yeniden işe koşmanın, geriye atılmış bir adım olduğu da anlaşılacaktır. 

[d11] Örnek olarak baba göstergesini ele alırsak: Her baba, bir küçük simgesel hiyerarşinin tepe noktasını oluştururken, pek çok sayıda daha büyük hiyerarşinin içersinde birden çok sayıda murahhas erkek işlevi üstlenir. Babalar, dış görünüşleri itibariyle, ölçübiçimseldirler (sözgelimi karşılaştırmalı olarak Türkiye'de, Orta Avrupa'da, Kuzey Amerika'da ya da yine karşılaştırmalı olarak tek bir ülkenin barındırdığı farklı coğrafi altkültür öbeklerinde). Diğer bir deyişle babaların evlatlara anlamı (toplumsal alana taşınmış bir umumiyet olarak) etkin ve yaşayan ölçübiçimlerce belirlenir. Bununla birlikte tüm bu babaların evlatlarına dönük yüzlerindeki maddi gerçeklik zümrevi ya da sınıfsal temelde benzeşir. Babalar, öte yandan, baba olmaları hasebiyle, dünyamızı işleten iktidar loncası dahilinde hep o aynı işlevi yerine getirirler. Devlette baba veya devlet baba, baba-yurt (Alm. das Vaterland, İng. fatherland), İsa'nın babası veya onun Vatikan'dan başlayarak yeryüzünü bürümüş murahhas suretleri, mafyada baba, kabilede baba, tarikatta baba; babalık görevini ifa eden işveren, öğretmen, şeyh, ağa, paşa, reis ve bunların eski dünya dillerinde yerleşik sayısız türev ve benzerleri; gezeğenimiz bu kalabalık güruhun ayakları altındadır. 

[d12] Yetişkinliğe geçiş safhasındaki genç erkekler, bu tatsız gerçekliği, çocukluktan kalma alışkanlıklarıyla ifade etmeyi sürdürdükleri sevgi ve dostluğun, her defasında, sinsi bir hiyerarşinin anaforuna düşmeye başladığını gördükçe, çoğunlukla şaşırarak öğrenirler. Yetişkinleşmenin, bir anlamda, erkeğin bu hiyerarşiye artık şaşırmaz oluşuyla başladığı ve giderek tüm toplumsal ilişkilerinde bizzat dayatır olmasıyla da tamamlandığı söylenebilir. 

[d13] Burada yoldaşlık ilişkisi yerine, sözgelimi, toplumsal alandaki baba-evlat ya da soysuzlaşmış şeyh-mürit ilişkisini ele alarak da sürdürebilirdim. Fakat o zaman, erkekler-arası simgesel iletişimin modernlik öncesi biçimlerini (sözkonusu ilişkilerde günümüzde de yoğun yaşarlıkta olmaları nedeniyle) irdelemeye devam etmemiz gerekecekti. Bu bölümde artık modernliğin çerçevesi içersinde yol almak ve yazının düğümüne modern işleyişi daha iyi temsil eden bir örnekle ulaşmak istediğimden yoldaşlık ilişkisini tercih ediyorum. Bu ilişkinin türevleri arasında dava arkadaşlığını, iş ortaklığını veya yine (geleneksel biçimlerin yeni bir kipte tezahürü olarak) toplumsal alandaki ağabey-kardeş ilişkisini sayabilirim. İlişki simgesel özü itibarıyla hep aynı ilişkidir; her örnekte, ancak, ilişkinin üstünü örten ölçübiçimsel edebiyat farklıdır. 

[d14] Burada Alea'nın filmini değil, bu filmin bir okunuşunu aktarmakta olduğumu - kendi yazımın arzulamadığım bir karar noktasından okunma ihtimaline karşı - belirtmek isterim. Yazı için çalışırken, filmin bir video nüshasını kullandım: Tomas Gutierrez Alea's Strawberry & Chocolate / Spanish with English Subtitles - Color / Approx. 106 mins 1993 / A Tartan Video Release - Distributed by Sony Music Operations. 

[d15] Buradaki devrim sözcüğünü düzen olarak okumanın daha isabetli olacağı kanısındayım. 

[d16] Sahne: Miguel-David, dakika 32. 

[d17] Sahne: Miguel-David, dakika 39. 

[d18] Dikkatli okurun, bu bölümden geçerken, işleyiş kavramının kültür çözümlemesinde neden çok önemli bir yeri olduğuna dair küçük ipuçları da toplamış olacağını sanıyorum. 

[d19] Yazımızın çerçevesi dışına küçük bir gezinti olarak eklersem: Dilsel iletişimden sözederken, anlamın (en az) bir gösterge üzerinden iletilmesini kastediyoruz. İnsanın ilk iletişimsel etkinliğini bebeğin ağlamasıyla başlatan anlayışlar da vardır, ne var ki bunlara eleştirel dilbilimde itibar edilmez. Buna göre, insan bebeğinin kendini ifade amacıyla kullandığı ilk göstergeyi, her hangi bir nesneye doğru, o nesneyi işaret etmek üzere kendi eli ve kolunu yönelterek oluşturduğunu söyleyeceğiz. Bebeğin, bunu yaparken, devinimin yanısıra bir de kendi bedenini kullandığı açıktır. Yukarda devinimi bu ilk dilin maddesi olarak konu ederken, başlıca sözcüğüne başvurmamın ardında, bu durumda devinimin yanısıra bir de bedenin, dilin maddesini oluşturmuş olması yatıyor. Yazının bu bölümünde yolumuza dildeki devinimi soyutlayarak devam edeceğimizden, yetişkinlerin kullandığı ve devinimin yanısıra diğer görsel biçimleri de göstergeleştiren beden dili üzerinde durak vermeyeceğiz. 

[d20] Şu an bir yerinden okumakta olduğunuz bu deneme de, tüm uzun metinlerde olduğu gibi, giderek kendi metinsel dünyasını kuruyor. Satırların daktiloda birikmesiyle yazmanın kolaylaşması pek çok yazarın ortak deneyimidir. Bu kolaylık, yazdıkça büyüyen metinsel dünyanın bir noktadan sonra yazarını bir rahim gibi sarıp sarmalamaya ve yazarın kendine biçtiği yetkinin sınırlarını sürekli ötelemeye başlamasından kaynaklanır. Romanın ve uzun soluklu kuramsal çalışmaların erbabları, metnin, çoğunlukla sezgi yoluyla tanıdıkları, bu yaltaklanmasına karşı son derece etkin önlemler geliştirirler. Bu türden önlemlere ben de (becerim dahilinde) başvuruyorum. Hazır yönteme geri dönmüşken, metnin akışına böyle bir müdahaleyi bu kez de okura haber vererek yapmak ve kültür çözümlemesi yönteminin, kısmen (yorumbilgisine ve metin çözümlemesine uzanan tarihiyle) yazarların kendi metinleriyle bu mücadelesinden alınan ilhamla doğmuş olduğunu eklemek istedim. Metnin dünyanın yerine geçmesi gibi, bilgi de hakikatin yerine geçme istidadındadır. 

[d21] İşkencecinin kurbanının gözlerini bağlaması, kurbanın direnme gücünü kırıcı bir uygulayım olması yanında güvenlik önlemi olarak da gösterilir. Oysa ki bu gözbağı işetişimsel işlevini, işkenceciyi, kendi cürmünü kurbanın gözlerinde okumaktan koruyarak yerine getirmektedir. 

[d22] Dilin İktidarı ve Boyuneğmişliği'nin ilk yayınının ardından, bir kaç değerli okur dostum, şiddeti ilk kez başkaldırının bir bağlamında ele almış olmamdan dolayı serzenişte bulunmuşlar ve (yaygın kavramlaştırmayla) kurumsal şiddet bir saik olarak açıklıkla ortaya konulmadan, başkaldırı şiddetini tasfiye edici ifadelerimin eksik bir çerçeve yarattığını öne sürmüşlerdi. İşleyişsel şiddetin bir tanımını burada kısaca sunarken, zihinlerdeki bir soruyu da kısmen cevaplamış olmayı umuyorum. 

[d23] Dilin İktidarı ve Boyuneğmişliği'ne bir ikinci gönderme: Yukarda dilsel-ruhsal bir işleyiş olarak incelediğimiz süreci, aydının kaderini resmederken (Foucault`nun specification of individuals şeklinde kavramlaştırdığı olgunun açıklama alanını genişleterek) tarihi-kültürel bir çerçevede ele almıştık. 18. yüzyıldakinin benzeri (ama başka) bir dönüşümün hemen arifesinde olduğumuzu düşündüğümden, bu konuya ilerde de pek çok defalar döneceğim; tabii her defasında yeni bir gözlem noktasından bakmak üzere.


Sav ve Karşı-sav

Duerr, Hans Peter - Obszönitaet und Gewalt (Der Mythos vom Zivilisationsprozess Band 3), ISBN 3-518-38951-3, Suhrkamp Verlag, Franfurt am Main - 1995 

Foucault, Michel - The History of Sexuality (An Introduction), Translated from the French by Robert Hurley, ISBN 0-14-055154-9, A Peregrine Book, London - 1987 

Foucault, Michel - The Use of Pleasure (The History of Sexuality - Volume 2), Translated from the French by Robert Hurley, ISBN 0-14-055213-8, A Peregrine Book, London - 1988 

Foucault, Michel - Technologies of the Self (A Seminar with, edited by Luther H. Martin), ISBN 0-422-62570-1, Tavistock Publications, London - 1988 

Goffman, Erving - Stigma (Über Techniken der Bewaltigung beschaedigter Identitaet), Aus dem Amerikanischen von Frigga Haug), ISBN 3-518-27740-5, Suhrkamp Verlag, Franfurt am Main - 1994 

Marx, Karl - Die Frühschriften (Herausgegeben von Siegfried Landshut): VIII. Die Deutsche Ideologie (1845/46), ISBN 3-520-20906-3, Alfred Kröner Verlag, Stuttgart - 1971 

Bilgi

Schmitt, Jehoeda Sofer ve Arno - Müslüman Toplumlarda Erkekler Arası Cinsellik ve Erotizm, Çeviri: Dilek Canat (Özgün: Sexuality and Eroticism Among Males in Moslem Societies - 1993), ISBN 976-366-045-6, Kavram Yayınları, İstanbul -1995


Kaynak : https://web.archive.org/web/20010216134555fw_/http://araf.net/dergi/sayi10/html/ozbil971.shtml