ÖTEKİ BİLİNÇ
Anlamak ... çoğunlukla çetrefil, zorlu ve yorucu bir uğraştır ya, bazen
bir an meselesi de olabilir. Sabahın erken saatlerinde, bir deniz kentinin
ıslak rıhtımında, demirlere dayanıp ufku seyrederken, gökyüzüne neden yüz
dediğimizi, birden bire anlayıverirsiniz. Güzel şeydir böyle beklentisizce
anlamak; alnınızın günün ilk ışıklarıyla aydınlandıgını duyumsarsınız.
Bir perde kalkmıştır sanki gözlerinizin önünden ve bunca yıldır, nasıl
olup da, bu inanılmaz, ama bir o kadar da basit hakikatten habersiz yaşamış
olduğunuza akıl sır erdiremezsiniz. Birileri olsa da, dönüp anlatsaniz.
Bakınırsınız ... devrilmiş çöp bidonları, balık kılçıkları, kavgacı deniz
kuşları, tuzlu rüzgar ve yükünü boşaltan kamyon ... onlar zaten biliyorlar.
Elleriniz cebinizde sevinçle yürümeye koyulursunuz. Zıplama hareketleri,
Pepsi Cola tenekesine atılan tekme, tramvay rayları, korna sesi, karton
yataklarında uyuyan serkeşler, kaldırıma üç adımda sıçrama, yaşlıca bir
kadının temkinli bakışları ... evet ama, durun bir dakika! Nereye gidiyorsunuz?
Neyi anladınız kuzum?
Baştan mı başlasak?
[Zamanın geçmişe sarımı - tersine yürüyen insanlar - geri geri inen
bir uçak - hızlı ve gülünç devinimlerle, içtikçe bardağı dolan bir adam
- cızırtılı, tiz perdeden, anlaşılmaz konuşmalar ... stop!]
Alaca karanlıkta küçük bir kasaba istasyonu. Ayaz. Kalın paltolarının
yakalarını kaldırmış yolcular; onların gözlere gereksinimleri yok, ayakları
nereye gittiklerini biliyor. Gizli bir emre uyar gibi, birer ikişer burada
toplanmaktalar. Üşüyorum. Ayazla açıklanamayacak kadar şiddetle üşüyorum.
Bitmek bilmeyen topuk sesleri, sayımızın giderek arttığını bildiriyor.
Kim bunlar? Cinsiyetleri yok. Karaltıların cinsiyetleri yoktur. İlk tren
4.15'de geçecek. Sonra, onbeşer dakikalik aralarla diğerleri onu izleyecekler.
Esneyerek bir sigara yakıyorum. Bir şey yemedim ama, sıcaklık duygusuna
ihtiyacım var. İşçilik, sabahın en güzel hayat tarzlarindan biridir - ben
böyle biliyorum. [..... stop!] Dolmuştan uykulu gözlerle inersiniz.
Biri kıymalı biri peynirli iki poğaca sardırıp, turnikelere doğru seyirtirsiniz.
Içerde gazeteyi alır, açılan kapıdan bir kum tanesi gibi akar, iskelenin
yanından bir keçi kıvraklığıyla atlar ve merdivenleri patırtılarla çıkarsınız.
Çay gelir, dirseğinizle gazeteyi açabilecek kadar bir açıklık yaratıp,
yanyana oturduğunuz insanlarla paylaştığınız tarihin düşürüldüğü satırlara
dalarsınız. Her sabah, aslında, bir kimligin yaratılmasi ve yerleştirilmesi
sürecidir. Gün, vapurun Sarayburnu'na doğru yöneldiği sıralarda yakılan
sigaralarla başlar. Alınlar Marmara'nın gümüşi ufkuna döner, başlar kalkar
ve insanlar yaşadıklarını bilirler.
Bu istasyonda, benim bilmediğim bir gün başlamak üzere. Çivit rengi
ovanın üstünde, uzun bir ışık zinciri gibi akan tren göründüğünde, karaltılar
kitlesinde bir kıpırdanma oluyor. Isık zinciri, bir sıcaklık ve insan sesi
imgesi gibi, salınarak, kıvrılarak yaklaşıyor ve büyüyor. Nedense, bizlerin
tükenmiş ve yorgun gece yolcuları, treninse bir han olduğu, yalnız bu kez,
düz ovanın kederli ve çivit yalnızlığında, yolcuların hana doğru değil,
hanın yolculara doğru yaklaştığı duygusuna kapılıyorum.
Çelik rayların çığlıkları ve elektrik bobinlerinin uğultusuyla, tren
önümüz sıra yavaşça yerini alıyor. Karaltılar, sabırsızlıkla, pencerelerin
geçişlerine son vermelerini bekliyoruz. Kapılar çarpılıyor. Vagonun sahanlığında,
hayretle, az önce dışarda bekleşen karaltıların, her birinin birer insana
dönüştüklerini görüyorum. Geçip boş yerlere oturuyorlar. Ben yürüyorum:
ayaz ve karanlık bu kez pencerelerde. Tren kalkarken sendeleyip oturanlardan
birinin üstüne düşecek gibi oluyorum ... özür dileyen sesim havada asılı.
Yürümeyi sürdürüyorum. Trenin sonunda, o en son kapıyı açtığımda, kadın
kahkahaları, kıvrak bir muzik, mor ışıklar ve kesif sigara dumanıyla karşılaşacağımı
umuyorum.
Her kentin sayısız sabahı vardır ve bütün sabahlar farklıdır. Orta Avrupa'nın
kentlerinde 4.15 trenleri gecikmezler. Dizboyu kar da inse, seller de süpürse,
kasirga da uçursa, onlar 4.13'de çivit mavisi ovanın ucunda görünür ve
yaklaştıkça büyürler. Trenler kente ve kent güne ışıkları yanan pencerelerle
girerler. Gün işyerlerinin üstüne doğar. Böyle bir trende, Marx'ın kuramının
neden üretim kavramı üstünde yükseldiğini anlarsınız. İşçilik, zorunlu
değil, verili bir hayat tarzıdır. İnsanlar çalar saatlerin sesine, gönülsüz
değil, ama beklentisizce uyanırlar. Bir başka deyişle, burada, uyanmak,
gökyüzünü seyretmek kadar kolaydır.
Trenin sonuna geldiğimde, artık oturuyorum. Pencereden çan kuleleri,
toplu konutlar, fabrikalar, bahçeli evler ve benzin istasyonlari geçiyor.
Renkleri yok ... renkleri yerlerine koyuyorum. Anlamak için. [..... stop!]
Gözyaşları ve sarsılan kadın omuzları, yeşil tükenmez kalemle yazılmış
mektuplar, kalınca bir kitabın kırılmış cildi ve dağılan sayfaları, Pasifik
kıyısından toplanmış, süt beyazlığında bir avuç kum, pahalica bir lokantadan
çalınmış bir kül tablası, tırnaklarını yiyen bir genç adam, polis sirenleri,
geceyi delen saatler, sitem sözleri ve çalan telefonlar geçiyor penceremden.
Diğerlerinin pencerelerinden neler geçiyor?
Anlamak, bazen yalnızca bir sorudur. Dudaklardan dökülen bir sözcüğün,
kucaktan yere düşen ve içindekiler saçılan bir çantanın, bir el hareketiyle
düzeltilen saçların, suya atılan bir taşınki gibi, halka halka büyüyen
çağrışımlarıdır anlamak. Ötekinde kendini görmek, hatırlamaktır. Kendini
bir sorun gibi yaşayan insan, huzursuz insan, arayan insan, tanık insan.
Günün ağarmasına tanık olabilirsiniz ... böyle bir şey istiyorsanız,
uyanmalısınız. Herkes kendi sabahına uyanır. Sabahın bir özü vardır ve
o hep aynıdır. Öyleyse, yeni bir zamanın eşiğinde, insana dair olanı, insan,
kendine dair olandan çıkarabilir.
Tren değiştiriyorum. Şimdi kentin içinde ve altındayız. Gün ne zaman
doğacak? Bineceğim ikinci tren gelmese ... yokmuş böyle bir şey, oraya
giden trenler yokmuş. Bütün bu kalabalık ve ben, yalnızca bir ortak rüyayı
görmüşüz ve hayra yormuşuz. Şaşkınlıkla uyanıyoruz. Gideceğimiz bir yer
de yokmuş. Ne yaparlar? Ne yaparım? Elektrikli merdivenlere doğru yürümek
ve yukarıya çıkmak ... neden? Çünkü, bir metro istasyonunda, eğer bineceğiniz
bir tren yoksa, yapılacak şey yukarıya çıkmaktır.
Yapılacak şey ... gezmektir ... evin eksiklerini almak, sinemaya gitmek,
bir dosta uğramak, yolda kitapçiya şöyle bir bakınmak, arabayı yıkatmak,
o yazıyı bitirip de yayıncıya göndermek, öteki işi Cumartesiye bırakmamak,
kirliye attığınız gömleğin cebinde para unutmamak, ehliyetinizi yanınıza
almak, kapıyı iyi çekmek ... kız yemek yapmış, bekliyorlar, şimdi gitmesek
olmamaktır.
Yukarıya çıkmayın siz de. Her şey o metro istasyonunda, bineceğiniz
trenin zamandan kaybolması ile başlamadı mı? Buna katlanamadınız. Itiraf
edin! Evet ... dayanamadınız, bir ikinci kez doğmaktan korktunuz ve hemen
yapılacak şeyi yaptınız ... yukarı çıktınız. İşte bunlar geldi başınıza.
Çıkmayın. Sıkın dişinizi, olmamak zordur, ama katlanılabilir ... evet,
bunu yapabilirsiniz, ben size güveniyorum ... zamanin zincirleri bileklerinizden
söküldüğünde, canınız gün ışığıyla yanacak, yüzünüzü ve yüreğinizi oğuşturacaksınız
... karıncalanmalar geçtiğinde yeni gözleriniz olacak, dünyaya bakan ve
haykıracaksınız!
Bekleyin gün metro istasyonuna doğsun.
İnsanın kendini doğurması ... kendine başlaması. Heyecan. Bir metro
istasyonunda, yerde, kanlar içersinde doğuyorsunuz. Öteki bilinç doğuyor,
bütün sabahların bilinci. [.....stop!] Bir deniz kentinin ıslak
rıhtımında, yağmur çiseliyor. Saf suyun tuzlu suya karıştığını, her bir
damlanın düştüğü yerde, o küçük evrenlerde, anaforlar çıkıp, fırtınalar
koptuğunu düşünürken ... birden bir dizesi geliyor aklınıza, bir şiirin
... nereden de hatırladınız? Hani şu yaşlıca adamın zeytinliklerinin orada
bir kır kahvesi vardı, oradan ayrılırken kim okumuştu bu şiiri? Neden okumuştu?
Bizim sakin yağmurlarımız başkalarının kasırgaları mıdır? Eğer öyleyse
... demek ki öyle ... anladınız. Yüzünüz yağmurla ıslanıyor.
Yağmur yağarken başınızı önünüze eğmeyin, rüzgardan kaçırmayın kirpiklerinizi
sakın, ama sakın ... bu yazıyı, siz, en iyisi, basıp, katlayıp arabanın
torpido gözüne atın. Orada öylece dursun.
Kaynak : https://web.archive.org/web/20020603092723fw_/http://www.araf.net/dergi/sayi06/metinler/ozbil961.html
|