Dilin iktidarı ve Boyuneğmişliği
Özcan Özbilge
Sokrates’in 70 yaşında, baldıran zehiri içirilerek idam edildiği yıl (MÖ 399), öğrencisi Platon henüz 28 yaşındaydı. Yaşamı boyunca yazılı bir eser bırakmamış olan yaşlı bilgenin düşünceleri günümüze, Platon’un hocasını konuşturduğu Diyaloglar aracılığıyla ulaştılar. Bu düşüncelerin ne oranda Sokrates’e, ne oranda Platon’a ait olduğu sorusu, çok sayıda felsefe tarihçisinin, yüzyıllardır sonuç vermemiş tartışma sarmallarında kendilerini tüketmelerine yol açmış olsa da, hakikatin görünür yüzü, Platon’un diyaloglarda dile getirilen görüşlerin, öncelikle hocasına ait olarak bilinmesini istemiş olduğudur. Önemli olan herhalde budur.
ÖNCE SÖYLEV VARDI
Sokrates’in kaderi, insanoğlunun temel bir sorunsalının altını kalın bir çizgiyle çizer. Hayatını dilin, tutuculuğun, bilgisizliğin ve erdemsizliğin iktidarıyla mücadeleye adamış bilge, bunların eliyle mahkûm edilir ve bu adanmış hayatı yitirir. Uzun süren mahkemesi, Atina’nın en mahir hatiplerinin ve ünlü söylevcilerinin söz aldıkları büyük bir gösteriye dönüşmüştür. Platon’un Gorgias diyalogunda konuşturduğu Sokrates, söylev sanatı üstüne şunları söyler: “İki çeşit söylevcilik olduğunu söyleme(k) bana yeter. Bunlardan biri, düpedüz dalkavukluktur, çünkü bir konuşma sanatıdır; ötekisi, soylu olanı ise, yurttaşların ruhça yükselmesini, yetişmesini amaç bilir; iyi karşılansın, kötü karşılansın, halka hep en iyi olanı söylemeye çalışır. Ama sen gördün mü hiç böylesini? Gördünse, böyle tanınmış bir söylevci gösterebilirsen söyle, kimdir o?”1
Kapitalizm öncesinde, temsilî yönetim biçimleri geliştirmiş ve uygulamaya geçirmiş örgütlü toplumların çoğunun gelip de dayandıkları nokta, dil iktidarının siyasî iktidarın anahtarı durumuna geçmesi, bir başka deyişle, dile hâkim olanların ve onu ustalıkla kullananların, temsil edilenler üstünde dil aracılığıyla kurdukları düşünce ve görüş hâkimiyetini, siyasî iktidar yolunda kullanmaları olmuştur. İletişimin henüz kitlesel ölçeklerde gerçekleştirilemediği bu örgütlenmelerde, nasıl yönetileceklerini belirlemeye hak kazanmış seçkin yurttaşlar, yönetenleriyle yüzyüze karşılaştıkları meclislerde, yalnızca oy kullanmakla kalmıyor, aynı zamanda, nasıl yönetilmeleri gerektiğinin bilgisini de ediniyorlardı. Meclisler, seçkin yurttaşlara, yönetilen olmaktan çıkıp yöneten olmanın ve toplumsal örgütlenme içerisinde kalıcı iktidar konumları kazanmanın kapısını açmaktaydılar ama, bu kapı ancak söylev sanatını ustalıkla sergileyerek görüşlerini yayabilenlere açılıyordu. Yaşlı bilgenin de söylediği gibi, dil, soylu ya da soysuz, tüm amaçlar için aynı oranda verimlilikle kullanılabilecek bir kaynaktır.
Sokrates’in söylev sanatına karşı tavır alırken söylediklerine bakıp, o günden bugüne hemen hiçbir şeyin değişmemiş doğru duyumuna kolayca kapılabiliriz. Değişmiş midir? Bu sorunun iki cevabı var: evet ve hayır. Evet, çünkü Sokrates’in diyaloglarda konuştuğu bağlam bugün toplumsal anlamda ortadan kalkmıştır; hayır, çünkü bu bağlam insanların birbirleriyle kurdukları dolaysız ilişkilerde halen geçerlidir.
Kitle iletişiminin yokluğunda, temsilî yönetim temelinde siyasî örgütlenmeye yönelmiş toplumlarda, yönetenler ile onlara bu hakkı teslim edenler arasındaki ilişkiler dolaysızdılar. Birden çok insanın dolaysız karşılaşmaları bir yüzyüzelik durumu yaratır ve ilişkiler bu insanların paylaştıkları çok sayıda diller aracılığıyla eşzamanlı olarak kurulur ve yürütülürler. Dilin iktidarı, dolaysız insan ilişkilerinde ortaya çıktığında gözle görülebilir. Yüzyüze ilişkilerin –konumuz açısından– en önemli özellikleri, bu ilişkilerde aynı anda birden çok dilin kullanılması ve bir insan tekinin, böyle ilişkilerde başvurulan bütün dillerde hâkimiyet göstermesinin olanaksızlığıdır. Sözel dile hâkimiyetini kullanarak, dinleyenleri üstünde iktidar kurmaya yönelen söylevci, büyük olasılıkla beden diliyle kendini ele verecektir. Nitekim, Platon’un diyaloglarında, Sokrates, sözel dili maharetle kullanan (veya daha çıplak bir ifadeyle: ağızları çok iyi laf yapan) hitabet ustalarına karşı verdiği mücadelelerini, bilgi ve hakikat dillerine hâkimiyetiyle yürütür. Bu diyaloglarda, yaşlı bilgeyi, sonuçsuzluğa ya da yenilgiye götüren süreç, daha çok, hocasının öyküsünü feda ederek okuru kazanmayı amaçlayan Platon tarafından tasarlanmış gibidir.
Kapitalizm öncesi meclislerde, yönetmek için konuşanlarla, nasıl yönetileceklerini saptamak üzere o meclislere katılanlar arasında, yukarıda sözünü ettiğimiz dolaysız ilişkiler kurulmaktaydı. Siyasî olmayan nedenlerle biraraya geldiğimiz forumlarda (sözgelimi aileden başlayarak)2 bugün de aynı türden ilişkileri kurmaktayız. Fark şuradadır: Sokrates’in çağında siyasî olanla siyasî olmayan birbirlerinden ayrı düşünülmüyordu, çünkü toplumsallaşma bütünüyle dolaysız ilişkilerle yaşanan bir süreçti. Bir başka deyişle, henüz adlarına söz alınan kitleler ve kamuoyu icat edilmemişlerdi. Buna göre, yukarıda sormuş olduğumuz soruya verdiğimiz hayır cevabı, yüzyüzeliğin halen yaşandığı toplumsal alanlarda yerini bulmaktadır. Sokrates’in zamanından bu yana hiçbir şey değişmemiştir. Lâkin benim bu yazıda araştırmayı düşündüğüm, o sorunun öteki cevabı: evet... Sokrates’in konuştuğu bağlam bugün ortadan kalkmıştır, çünkü siyaset, insanlararası bir ilişki biçimi olarak artık bir dolaylılık ilişkisidir. Konumuza devam etmeden önce altını çizmek istediğim iki nokta var. Bir: sorumuz önemlidir. İki: evet, bu sorunun olumlu değil, olumsuz cevabıdır.
ANLAMIN AĞIRLIĞI
Atina’nın seçkinler demokrasisi, dilin kırılamayan hâkimiyetine çözüm getiremeden ve biraz da bu yüzden tarihe karıştı. Mirasçısı olduğumuz kültür coğrafyasında, Atina deneyiminin ötesine, bir tek İslâm’ın dört halife döneminde geçilebilmiş olduğunu düşünüyorum. İktidarın meşrûiyetinin ilahi kaynağa bağlandığı, ama yürütmenin temsilen gerçekleştirildiği bu düzenlemeyle, söylevciliğin geçersizleştirilmesi yönünde büyük bir adım atılmış, ne var ki, dilin silah olmaktan çıkarılması, zorbalığın, temsilî iktidara doğrudan ve çıplak olarak yönelmesine yol açmıştı. Halifeliğe getirildiğinde zaten çok yaşlı olan ve bu tarihten sonra sadece iki yıl yaşayan Ebubekir’i saymazsak, seçimle işbaşına gelen bütün halifeler, iktidarı kendi adlarına talep eden ayaklanmacılar tarafından gizli ya da açık cinayetlerde öldürülmüşlerdir.
Uzun sürmeyen İslâm demokrasisinde3 yönetenler, yönetilenleri temsil yetkisi taşımakta, ama sorumluluklarını iktidarın ilahi (asıl) sahibinden almaktaydılar. Halife Ömer, divanı kurumlaştırırken, peygamberin sağlığındaki uygulamaların özünü korumayı amaçlamıştı. Dört halife devletinde, divan, kendini söz söyleme olgunluğunda gören bütün müminlere kapılarını açarak, tarihin, katılma hakkının sınıf temelinde belirlenmediği ilk meclislerine bir örnek oluşturdu (bununla beraber, Halife Osman’ın döneminde Yahudilerin divana sorunsuzca girip çıkmalarının hoşgörülmüş olmasını bir kenara bırakacak olursak, divan da öz itibarıyla bir ayrıcalıklılar meclisidir – Müslüman olmayanlar divana fikir belirtmek üzere değil, ancak hal ve dilek bildirmeye çıkabilmekteydiler).
Söylevcilik, dört halife döneminde de gözde bir sanat oldu. Divanda dilin hâkimiyetinin, buna rağmen kırılabilmiş olmasının başlıca nedenini, savlarını dile getirmek amacıyla söz alan konuşmacıların, kendilerini dinleyen akılları ikna etmekten ziyade, haklılıklarını Tanrı kelamına bağlayarak kanıtlamak zorunda hissetmiş olmalarına bağlıyorum. Öte yandan, söylevcilik, kutsal kaynakları da yorumlayarak sömürme yeteneğine sahiptir. Ne var ki dört halife döneminde, kelamın dili, henüz tarih olmamış yaşanmışlıkların taze izlerini taşıyan ve (bu nedenle) müminlerin duyarlılıklarını yansıtan gündelik dille canlı bağını korumaktaydı. Bir başka şekilde söylemek gerekirse, gündelik dilde kullanılan sözcükler ve metaforlar, öylesine yoğun bir anlam yükü kazanmışlardı ki bu dille yorum yapmanın olanakları daralmıştı. Zira, dilde yorum, anlamı açılamayan veya açıldığı biçimiyle sindirilemeyen ifadenin, dışarıdan anlamlandırılmasıdır.
Siyasî iktidarın, bu dönemde, içinden geçmiş olduğu süreci, hakikatın hâkimiyetinin dilin hâkimiyetinin yerine geçmesi olarak özetleyebiliriz. Ancak bu dönüşümün koşulları vardır. Bir: Müslümanlar, hakikatin resmine dair ve gündelik dille dolaysız olarak ifade edilebilen bir inancı paylaşan, bileşimsiz bir topluluk oluşturmaktaydılar. İki: dil, anlamı kendinden içeren değil, ama sadece yüklenen bir biçimler dizgesi de4 olduğundan, anlamı güçlendiren yaşanmışlıklar –burada, peygamberin sağlığında gerçekleşen olaylar– kuşak değişimiyle tarih olmaya başladıklarında, dilin anlamla bağının gevşemesi ve yoruma geçit verir hale dönmesi kaçınılmazdı. Bellek kaybı (anlamın dilden silinişi) öylesine hızlıdır ki, Muaviye’nin son seçilmiş halife Ali’ye isyanıyla başlayan karışıklıklarda, meşrû halifenin tarafında savaşanların çoğu, bu seçimi, Ali peygamberin akrabası olduğu için yaptıklarını sanmaktadırlar.
Dilin bir biçimler dizgesi de olduğunu ve anlamla ilişkinin onu yüklenmek şeklinde ortaya çıktığını söyledim. Dilin bu biçimsel-dizgesel yapısı ile anlamın biçimden bağımsız ve dizgeye gelmez doğası arasında bir gerilim vardır. Anlam, dilin dizgesel yapısını zorlar, örseler ve yorar. Söylemek istediğinizin derinliği ve hakikiliği ölçüsünde konuşamaz olursunuz. Buna karşılık, anlamla bağları gevşeyen ve kendi yapısıyla başbaşa kalan dil, mükemmel bir dizgeselliğe ulaşır. Anlamdan kopma sürecinin devamında, dil, giderek bir biçimler iskeletine dönüşecek ve belleğini yitirecektir. Peki, dil ile anlam arasında bir denge mi aramak gerekiyor? Hayır, böyle bir gereklilikten söz etmiyorum. Anlamla dilin ilişkisinin temelinde, çelişkinin yeni biçimi doğurması ve yeni biçimin özgürleştirici etkisiyle hayatın yeni çelişkilere doludizgin yönelmesiyle kendini gösteren diyalektik dönüşüm işlemektedir. Anlamla yüklenen dil, dönüşme ve değişme sürecindeyse eğer, zorlanarak, hırpalanarak yeni biçimleri doğurur – yeni biçimler anlamın hızla çoğaltılıp, insanın yeni sorular sormasına olanak tanırlar. Dil büyür, serpilir, yeni filizler verir ve bir yandan da bir kısım biçimlerini döker.
İnsanın dolaysız ilişkilerinde dil ile anlam düzenli bir akış içerisinde ortaya çıkmazlar. Oysa iktidar bir hiyerarşiye ihtiyaç gösterir ve bu nedenle, ancak düzenlenmiş bir dünyada sürekli kılınabilir. Dolaylılık, bir düzenleme yöntemi olarak, dilin anlamla ilişkisinin denetlenebilmesini ve bu denetlenen dil aracılığıyla insanların nesneleştirilmelerini olanaklı kılar. Diğer bir deyişle, insanın insanla ilişkisinin, sanki bu ilişki insanlar arasında değilmiş gibi yaşanabilmesinin koşuludur dolaylılık. Bakın, burada son derece korkutucu şeylerden söz ediyor, lâkin bunu hiç de korkutucu olmayan şeylerden söz edermiş gibi kolaylıkla yapabiliyorum. Bu olanağı bana yazma ediminin özünde içerdiği dolaylılık kazandırıyor. Başvurduğum dil, bana yalnızca bir nesnellik duyumu kazandırmakla kalmıyor, aynı zamanda şeylerin korkutuculuğundan beni koruyor. Yazı, yazarını şeylerin tüm niteliklerinden yalıtabilir.
İDEOLOJİ VE AYDIN
Dolaylılık, bir iktidar biçimi olarak, eskidir. Dünyamızın tarihi, kendilerini yüksek kale duvarlarının, saray kapılarının, muhafız alaylarının ardına saklayarak, hükmetmenin sorumluluğundan korunmaya çalışmış sultanlar, imparatorlar, krallar, emirler ve şahlar ile dolup taşar. Kapitalizm öncesinde mutlak iktidar, siyasî dolaylılığın en uç örneğini oluşturuyordu. Bu bağlamda, mutlak iktidar ile dolaysız ilişkilere dayalı temsilî yönetim arasında gerçek bir karşıtlıktan söz edilebilirdi. Dolaysızlığın, siyasetten sürülüp çıkarılması, dilin aracılığıyla gerçekleştirilmiştir.
Avrupa’nın örgütlenmiş toplumlarında, 17. yüzyılda başlamış olan dönüşüm süreci, 19. yüzyıl başlarında kapitalizmin yerleşmesi ve düzenlileşmesiyle ilk aşamasını tamamlamıştı. Bu yüzyılda günlük gazetenin bir iletişim aracı olarak kurumlaşması, birbirleriyle doğrudan ilintili üç şeyin yakın tarih sahnemizdeki yerlerini hazırladı: ideoloji, Batılı aydın ve söylem.
Modern Batılı aydının, ortaçağdaki öncülüğünden kopuşu, ideolojinin bir dil olarak bilgiden kopuşuyla eşsüreçlidir. İdeolojiyi dilsel bir dizge olarak düşündüğümüzde,5 bu dilin sözcüklerinin, bizi çevreleyen gerçekliğin birtakım resimlerinden oluştuğunu söyleyebiliriz. İdeoloji dili, bilgi dilinden farklı olarak, gerçekliğin resimlerini yaratırken, algılanan gerçekliği, bu gerçekliğin kendisi için anlamlandırmaz, bunun yerine, kurgulanmış ve yüceltilmiş bir ön-anlamı algılanan gerçeklikte arar ve bulur. Yine, bilgi dilinde, çıkarımlarla elde edilen anlamların tutarlılıkları, bu anlamların gerçeklikle yeniden sınanmasıyla sağlanırken, ideoloji dilinde kurgulanmış anlamların verili koşullara göre düzeltilmesi ve yenilenmesi yoluna başvurulur. Bir başka deyişle, ideoloji anlamı yeniden üretirken, gerçekliği de hakikati de kaynak olarak almaz, fakat bunlardan yararlanır. Bu süreç, modernliğin yaşanışında öylesine içkindir ki, zamanımızın ve yakın tarihimizin tüm ideolojilerinin, sözel dil ile düşüncenin sarih bir zeminde karşılaşmalarından ziyade, insan teklerinin kişisel ya da zümrelerin kültürel sınırlılıklarına yenilmiş yarı-kavrayışların, dünyaya yansıtılmaları ve biçim kazanmalarıyla ortaya çıkmış olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.
İdeolojiler, düşünsel değil dilsel dizgeler olduklarından, kendi içlerinde sarsılmaz bir biçimsel tutarlılık sergilerler. İdeologların bağnazlıklarının ardında anlamayı reddetme tutumu değil, dilsel bir dizgeye uygun olarak işleyen zihinlerinin, başka kavrayışları dilbilgisi yanlışları gibi algılamakta olmaları yatar. Günümüzde başta bilim olmak üzere, adı ideoloji olarak konulmamış bir çok şey de ideoloji olarak yaşanmaktadır.
İdeoloji, bir dil olmanın ötesinde, bir varolma biçimi olarak, modern Batılı aydının sözünü teşkil eder. Geçmiş çağların, saygınlıklarını doğrudan bilgi ve hakikate hâkimiyetlerinden alan bilgelerinin aksine, aydınların kendi varoluşlarını içlerinden çıktıkları toplumların ilerlemeleri ve yetkinleştirilmeleri gibi birtakım amaçlara bağlayarak yücelttiklerine tanık oluruz. Aydının temel sorunsalı, kendisine biçtiği toplumsal önderlik görevinin gerçeklikte karşılığının bulunmamasından kaynaklanır. İlerleme kapitalist işleyişin kendiliğindenliğinden, yetkinleştirilme yönetilenlerin yönetenlerin yetkinleşmelerinin, kendilerinin de yetkinleşmesi anlamına geldiğine inandırılmalarından başka bir şey değildir. Bir başka açının diliyle ifade etmek gerekirse, modern aydın, erdem üstünde değil, bunun yokluğu üstünde yükselen bir toplumsal örgütlenme biçimi olan kapitalizmin yerleşmesiyle, bu örgütlenmenin sahibi tüccar sınıfının iktidarının dolaylılandırılması ve meşrû kılınması görevlerinin ihale edildiği ve saygınlığını yerleşik iktidara muhalefet ederek kazanan, ama zaten bu muhalefetle, muhalefet ettiği iktidarı meşrû kılan, dolayısıyla işini yönetilenlerin zihinlerinde yönetilmeyi katlanılır kılarak yerine getiren bir oyuncudur. Oyunculuk dedim ama, burada çok önemli bir noktayı açmam gerekiyor: bildiğimiz anlamıyla oyuncu kendini yaşarken başkalarını oynar. Kendini ideolojik olarak vareden özne ise, başkalarını yaşarken kendini oynamaktadır. Aydın bunu nasıl yapmaktadır?
Kendini ideolojik olarak vareden özne, çatışmalarını, dil aracılığıyla dış dünyaya yansıtarak, bunları kendisinin dışında yaşar. Aydının kendini dile dökmesi kolaydır, zira kimliğini dilsel bir dizgenin kurallarına göre oluşturmaktadır. Bu özne eğer, kendinden bir sorun olarak sözediyorsa, biz adını alır ve kendinin dışındakileri (diğerlerini) de kendine dahil eder. Bu yalancı çoğalma evresinde, öznenin benliğine ethos maskesini takınmış pragma hâkimdir. Aydınlar, benliklerinde geliştirdikleri bu işleyimsel yöntem sayesindedir ki, kendilerini kolayca halk, ulus, insanlık gibi adlar vererek soyutladıkları kitlelerin yerine koyup, onlar adına konuşabilme hakkını kullanırlar. Bu evrede modern aydın kendini kötü hissettiğinde, sözgelimi “ulusun durumu da kötüdür”. Tersine olarak, kitlelerin yazgılarında ortaya çıkabilecek olumlu gelişmeleri de aydın kendi mücadelelerinin sonuçları olarak görmekte gecikmez. Öte yandan, kendini ideolojik olarak vareden bu öznenin söz konusu ettiği sorun, kendisiyle değil de, onun dışındakilerle (diğerleriyle) ilintiliyse, soruna dışarıdan bir bakışla yaklaşacaktır. Bu yalancı nesnellik evresinde, öznenin benliğine pragma maskesini takınmış ethos hâkim olur. Aydın, “ulusun adam olmayacağına inanmış ama kendisi dimdik ayakta yoksulluğunun nedenlerinden biri olarak saptamaktadır”.
Modern Batılı aydını, verili dünya ile yüceltilmiş bir dünya arasına gerdiği ipte, ileri geri adımlar atarak ayakta durmaya çalışan bir ip cambazına benzetirsek, gösterisini, birkaç yüzyıldır başarıyla sürdürmüş olmasını işte bu varoluşsal düzenlemeye borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Cambaz dengesini kaybettiğinde, ipten hep birlikte düşmekteyiz (ya da o bize bunun böyle olduğunu söylüyor), lakin saltosunu başarıyla tamamladığında, alkışları kendi ve meşrûlaştırdığı siyasî iktidar adına beklemektedir.
Aydınlar kitaplara sığmayacak bir çeşitlilik sergilerler. Bugün, hayat görüşlerine göre, muhafazakâr, Marksçı, serbestlikçi, bilimselci, yapısalcı, varoluşçu; tutumlara göre katılımcı, eleştirel, uzlaşmaz; cinsiyetlere göre erkek, kadın, eşcinsel şeklinde sıralamaya başlayarak, bir çırpıda birkaç yüz çeşit aydın sayabiliriz. Ne var ki burada çeşitlilik, çoğulluk demek değildir. Tüm bu farklı renklerin ardında, aydın varoluşu, daha doğrusu, bu varoluşun kendini dünyayla ilişkilendirme biçimi bir örnektir. İlişkilendirme biçimi dedik: bu satırlarda, yazımızın belkemiğini oluşturan savın üstünden geçmekteyiz. Modern Batılı aydın, bir yandan, içlerinden çıktığı ve adlarına söz aldığı yönetilenlerle, öte yandan, karşı durduğu, ama hâkimiyetlerini dolaylılaştırdığı yönetenlerle ilişkilerini dil üzerinden kurmakta, ama bunu bir iktidar ilişkisi düzeni içerisinde gerçekleştirmektedir. Daha özlü söylemek gerekirse: aydının dili iktidarıdır, iktidarı dilidir.
AYDININ SONU VE ŞİDDET
Söylem, dolaylı iktidarın bir aracı olarak, aydınların olmayan (olmaları da gerekmeyen) dinleyicilere verdikleri söylevlerden türedi. Aydın eski çağların bilgelerinin değil, söylevcilerinin mirasçısıdır. Ancak burada çok önemli bir noktanın altını çizmemiz gerekiyor: yazımızın başında alıntıladığımız satırlarda Sokrates söylevcileri değil, söylevciliği eleştirmekteydi. Yine, Platon’un alıntı yaptığımız Gorgias diyaloğunda, Sokrates’in karşısına gelenler, kendilerini (ya da daha doğrusu kendi varoluşlarını) değil, bir sanat olarak söylevciliği savunmaktadırlar. Söylevciler, gösterilerini bitirip de kürsüden indiklerinde, dönebilecekleri bir başka toplumsal kişilikleri vardır. Diğer bir deyişle, Sokrates’in çağında eyleyen özne ile eylenilen sanat henüz ayrıdırlar. Oysa ki söylevcilerin mirasçısı olduğunu söylediğimiz modern Batılı aydın bir varoluş biçimidir. Aydının kişiliğinde eyleyen özne ile eylenilen sanatın üstüste geldiklerini, bir ve aynı şey olduklarını görüyoruz. 6
İdeolojiden, dilsel bir dizge olmasının yanısıra, bir varoluş biçimi olarak da söz ederken özne ile sanatın bu birlikteliğinden yola çıkıyorum. Buna göre aydının
• siyasî iktidarı dil ile dolaylandırır ve gerçekliği yüceltilmiş kurgularla anlamdırırken,
• varlığını iktidarın dolayımına dönüştürdüğünü ve yüceltilmiş bir kurgu film yaşadığını
saptayabiliriz. Kapitalist işleyişin kendiliğindenliğinin değişik aşama ve görünümlerinin ilerleme, çağdaşlaşma, küreselleşme şeklinde adlandırılmaları gerçekliğin yüceltilmiş kurgularla anlamlandırılmasının örneklerini oluşturur ve iktidarı dil aracılığı ile dolaylandırırken, modern aydının kendisini ilerlemenin ve çağdaşlaşmanın dinamosu olarak görmesi ve sunması, varlığını yüceltilmiş bir kurgu gibi yaşadığını örnekler ve onu iktidarın bir dolayımına dönüştürür. Burada önemli olan nokta, aydının artık bir söylevci olmayışı, yani eylediği bu sanatın onun varoluşunun bir ögesini oluşturmasıdır. Eyleyen özne ile eylenilen sanatın örneklediğimiz şekilde biraradalığının yaşandığı varoluş biçimine ideolojik biçim adını vereceğiz.
İnsanın yarattığı tüm biçimler, dilsel dizgeler aracılığıyla çoğaltılabilir ve diğer insan teklerinde ayrı ayrı ya da kitlesel ölçekte toplu olarak yeniden üretilebilirler. Kültür; sözgelimi töreler, gelenekler ve sözel dil de böyle üretilmektedir. 19. yüzyıl başlarında günlük gazetenin kurumlaşmasıyla temelleri atılan ve geçen iki yüzyıl zarfında dehşet verici bir yetkinlik kazanan kitle iletişimi, modern Batılı aydının ideolojik varoluş biçiminin kitlesel ölçekte yeniden üretilmesiyle ortaya çıkmıştır. Aydınla kitle iletişiminin ilişkisini Dr. Frankenstein ile canavarı arasındaki ilişkiye benzetebiliriz.7
Günümüzde, modern aydının kitle iletişimine cephe almış görünmesini, iki yüzyıllık sürecin bir resmi değil, ancak sonucudur. Geniş ve sürekli okur kitlesi yaratan ilk günlük gazetelerden bu yana, aydınlar bir zümre olarak, kitle iletişimi aygıtlarının merkezlerinde yer almışlar ve bu yeni olguya ruh ve biçim kazandırmışlardır. Aydınlarla kitle iletişimi aygıtları arasındaki ilişki bitmiş sayılamaz, ne var ki medya ulaştığı çap ve yetkinlik ile artık cisim kazanmıştır. Bugün iktidarın dolaylandırılması işlevi medya tarafından, aydınların doğrudan hizmetlerine gerek bırakmayacak bir verimlilikle yerine getirilmektedir. Tarihî görevleri sona ermek üzere olan aydınlar, giderek bir çeşit lumpen-seçkinler zümresine dönüşmekte ve daha çok vicdan üretimi, duyarlılık biçimlerinin tasarlanması ve pazara uygunlaştırılması, bilgi ve kültürün sermayeleştirilmesi gibi işlerde istihdam edilmektedirler.8
Kitle iletişimi aygıtlarının, modernliğin dünyasında, bugün geldikleri noktadan daha başka bir yöne doğru gelişmelerinin olanağı yoktu. Bireysel bir varoluş biçimi olarak modern aydına, tarihî gerekliliğini kazandıran ilerlemenin öncülüğü olmadığı gibi, toplu bir iletişim biçimi olarak medyanın varlık nedeni de iletişim gereksinimi değildir. Kitle iletişimi, kapitalizmin yerleşmesiyle karmaşıklaşan örgütlü Batı toplumlarında, iktidar ilişkilerinin bir süreklilik içerisinde düzenlenmesini olanaklı kılmaktadır. Kitle iletişimi aygıtlarınca üretilen haber ve yorumlar, ulaştıkları toplum üyelerinin zihinlerinde yalnızca bir bilgilenmeye yol açmakla kalmaz, aynı zamanda, bir zincirin halkaları gibi ardarda eklemlenerek tutarlı bir resim oluştururlar. Ancak bu resim, gerçekliğin olanca çoğulluğuyla yansıtılması değil, yüceltilmiş bir kurgunun gerçeklikten yararlanılarak çoğaltılmış bir örneği, daha açık bir ifadeyle, gerçekliğin yerine geçmek için tasarlanmış bir kurmaca gerçeklik ya da kuramsal çerçevemizde başvurduğumuz kavramla, ideolojik bir biçimdir. Farklı hayatların özel koşullarında, farklı gerçeklikleri yaşayan geniş insan yığınlarının algıladıkları nesnel dünya bu ideolojik biçimlerin sağanağı altında birörnekleştirme işlemine marûz kalır ve benzerleşirler. İnsanın algıladığı nesnel dünya, düşüncesini ve duyarlılığını üstüne kuracağı zemini oluşturur. Düşünce ve duyarlılık zeminleri benzeşen insanlar kamuoyu oluştururlar. Kamuoyu, dolaylandırılmış iktidarın meşrûiyet kazandığı zahiri bir iradedir.
Kitle iletişimiyle, modern dolaylı iktidarların meşrûiyet sorunu çözülmüş görünmektedir. Bu süreçte dilin işlevi de değişime uğramıştır. Siyasetin dolaysız çağlarında, dilin iktidarı yönetenlerin iktidarına dönüştürülmekteyken, modern çağda yönetilenlerin düşünce ve duyarlılıklarının belirlenmesi yoluyla, dillerine boyun eğdirilmektedir. Belirlenenlerin başkaldırışları, ideolojik resimlerle tıka basa doldurulmuş nesnel dünyalarımızın düşünsel bir başkaldırıya uygun zeminler oluşturamamaları nedeniyle, ancak şiddet yoluyla gerçekleştirilebilmektedir. Şiddet, dilsizlerin başkaldırma yöntemidir. Dile boyun eğdirerek, düşünsel başkaldırının yolunu neredeyse tüm cephelerinden kesen modern bağnazlık, bu nedenle, gezegenimizde bugün oluk oluk akmakta olan insan kanının ilk sıradaki sorumlusudur.
ŞİDDETİN EVCİLLEŞTİRİLMESİ
Bilgi diliyle bilinemeyenin ifade edilmesinin olanağı olmadığı gibi, ideoloji diliyle de yüceltilemeyenin ifade edilmesinin olanağı yoktur. Kapitalist örgütlenmenin gezegen ölçeğinde yenilenme ve düzenlileştirilme süreci, ideolojik adıyla küreselleşme, dolaylandırılmış iktidarı, modernliğin yaşanışta çeşitli, ama varoluşta birörnekleştirilmiş hayat tarzlarıyla uyuşmayı reddeden ve Batılı olmayan kültürlerce üretilmiş olduklarından, kitle iletişimince geliştirilmiş halihazırdaki yöntemlerle dilsel denetim altına alınamayan anlamlarla burun buruna gelirdi. İki yüzyıldır, Batılı olmayan kültürlerin biçimlerini, nesneleştirerek anlamdan soyutlamış ve böylelikle Batılı varoluşu yabancı anlamları yaşama tehlikesinden korumuş, ya da diğer bir bakışla, Batılı olmayan bu biçimlerin modernliğin ortasına içleri boşaltılarak ithalini düzenlemiş olan oryantalist söylemin, yakın karşılaşmanın kaçınılmaz olduğu bu yeni dönemde verimlilikle işe koşulmasının da olanağı kalmamıştır. Modernliğe düşünsel başkaldırının önü, her ne kadar işlerlikteki uygarlık ve ilerleme söylemlerince tepkicilik, bölgecilik, kültürcülük, köktencilik, karşı-oryantalizm ve benzeri ideolojik resimlerle kesilmiş ve başkaldıranlar, dünyamıza biçilen tekilci geleceğin aklın ve ifadenin yolu olarak dayatılmasıyla dilsizleştirilmişlerse de, küresel örgütlenmenin yetkinliğe ulaşabilmesi ve Batılı varoluşun geleneksel öteki ihtiyacının giderilebilmesi için şiddete başvuran başkaldırının varlığından da yararlanmak gerekmektedir. Terörizm, modern uygarlığın bir ürünü ve aynı zamanda gereksinimidir.
Bugün terörizm söylemi, dil aracılığıyla kurmacalaşmayı reddeden anlamların, kamuoyuna dönüştürülmüş kitlelerin zihinlerinden uzak tutulması işlevini başarıyla yerine getiriyor gibi görünmektedir. Kitle iletişim aygıtlarının ulaştıkları en son aşamada dilin söylem üretiminde istihdamının yeni yöntemlerinin geliştirildiklerine ve ideolojik anlamlandırmanın yüceltilemeyen gerçeklikleri kapsamadan kurmacalaştırmaya yöneldiğine tanık oluyoruz. Bu son söylediğim, bilimin bilinmeyenin kurallarını koymaya kalkışmasına benzetilebilir. Bu nasıl yapılmaktadır?
Kress ve Hodge, 1979’da yayımlanan Language as Ideology (İdeoloji Olarak Dil) başlıklı çalışmalarında, dilin kitle iletişimi aygıtlarınca nasıl kullanıldığına dair son derece aydınlatıcı yeni bulguları ortaya koydular.9 ’70’li yılların başlarında yapısalcı dilbilimcilerin ilgisini çekerek araştırma gündemine gelen karşı-dil olgusu, kavramı ilk kez ortaya atan Halliday tarafından, içinde yer aldıkları toplumsal dokunun baskın nitelikleri ve işleyişiyle bir karşıtlık ilişkisi içerisinde bulunan zümrelerin, kendi içlerindeki iletişimi, dışarıdaki topluma kapamak amacıyla geliştirdikleri dilsel dizgeleri tanımlamak amacıyla kullanılıyordu. Yeraltı örgütlenmelerinin, mafya topluluklarının, yasaklanmış ya da kovuşturulan mezhep ve cemaatlerin, içinde yer aldıkları ana toplumda yaygın olarak kullanılan dilleri paylaştıklarını ve kendi aralarında bu yaygın dillerle de iletişime geçme olanaklarına sahip olduklarını gözönüne aldığımızda, bu zümrelerin geliştirdikleri dilsel dizgelerin, kendi aralarında bir iletişime değil, ama daha ziyade, zümre dışında kalanların bu iletişime katılmalarını engellemeye yönelik yapılar taşıdıklarını görebiliriz. Halliday’ın bu olguya karşı-dil adını vermiş olması, bu dilsel dizgelerin iletişimi kolaylaştırmaktan ziyade zorlaştırmak işlevine sahip olmaları nedeniyledir.
Sonraki yıllarda yapılan örneklemeler, karşı-dillerin kurallarının, içinde boy attıkları yaygın dillerin kurallarına bağlı olarak ve bu kuralların olumsuzlanması ile geliştiklerini gösterdiler. Bunun yanısıra, karşı-dilin, konuşulduğu zümrenin, dıştan çevrelendiği toplumsal dokuyla sorunlu ilişkilerin süreğen ve zor gerçekliğinin uzaklaştırılması ve dıştaki toplumsal dokunun içteki zümre üyeleri üstünde yarattığı baskının dengelenmesini de sağladığı anlaşıldı. Kress ve Hodge’un, eldeki örneklemeleri çözümlemeleri sonucunda ulaştıkları çıkarımlardan, dil-iktidar ilişkisi bağlamında önemli bulduklarını şöyle özetleyebilirim.
• Karşı-dil, temel kurallar dizgesini yaygın dilden almakla, asalak niteliği sergiler.
• Karşı-dil, konuşulduğu topluluğu sorunlu gerçekliğin doğrudan kavranması zorundalığından kurtarmakla, savunmaya yöneliktir.
• Karşı-dil, düşünmeyi değil, düşünmekten kaçmayı kolaylaştırır.
Yayımlandığında, yerleşik dilbilimin temsilcilerinin ağır saldırılarına hedef olan ve hafife alınan Language as Ideology bugün eleştirel dilbilimi başlatan kitap olarak tanınmakta ve giderek daha geniş okur kitlelerine açılmaktadır. Kitabın bilim çevrelerince ilk elde reddedilmiş olmasının asıl nedeni, yazarların, karşı-dilin yukarıda sıraladığımız niteliklerini saptamakla kalmayıp, bu nitelikleri kitle iletişimince kullanılan meşrû dilde de bulmuş ve sorgulamış olmalarıdır.
Şimdi, Kress ve Hodge’un çalışmalarına gönderme yapmak üzere ayrıldığımız izleğe, yani şiddetin evcilleştirilmesine geri dönersek, terörizm söyleminin de meşrû dilin bir karşı-dil gibi davrandırılmasıyla üretildiğini öne sürebiliriz. Küreselleşme aşamasında yaşanan karşılaşmanın yakınlığının oryantalizmin ve bilimin nafiz korumasını geçersizleştirmesiyle ortaya çıkan ve dili daha büyük bir güçle zorlayabilecek yöntemlerle donatılmış yeni söylemlerden ilki olan terörizm söylemi, şiddete ya da daha doğrusu, dilsizliğin başkaldırısına duyduğu ihtiyaçla asalak; hâkim olduğu modern toplumları, dünyanın geri kalanıyla yakın karşılaşmalarını, doğrudan kavramak zorundalığından kurtarmakla savunmaya yönelik ve yakınlaşan gerçekliği bir korku kaynağına dönüştürmekle, düşünmekten kaçmayı kolaylaştırıcıdır.
Bugün yeryüzünde, hayat kaybı nedeni olarak, açlık ve düzenlileştirilmiş bölgesel savaşların en büyük sorunu oluşturmalarına karşın, terörizm kurgulanmış bir gerçeklik olarak modern Batılı toplumların gündüz rüyasına dönüşmüştür. Çağdaş bir mitos biçimi olarak terörist, metaforların ustaca dizilmeleriyle, açlıktan ve savaşlardan ölen kitlelerin temsil ettikleri öteki varoluş biçimlerine bağlanmakta ve modernliğin ethos ile pragmanın koşullu bir işbirliğinden oluşan zayıf vicdanını, yakın karşılaşmanın yükünden esirgemektedir. Dilin boyuneğdirilmişliğinin bundan sonraki aşaması, gezegen boyutlarında bir tiyatro perdesine dönüştürülmekte olan dünyamızın, sürekli ve doğal bir thriller kaynağı gibi tüketime sunulmasını getirecektir. Terörist bu gösterinin ücretsiz oyuncusudur. Tarihin ilk naklen yayımlanan savaşının perde-söylem arkasında yüzbinlerin cinayetinin yatması, söylemin ötekilere gösterilen yüzünde herhangi bir dolaylandırmaya gitmek gereğinin duyulmadığını, iktidarın olanca çıplaklığı ve zorbalığıyla halen işbaşında olduğunu göstermektedir.
DİLİN BAŞKALDIRIŞI
Sokrates, tüm bilgeliğiyle, köleli bir toplumda, yetmiş yıl yaşayabilmiştir. Kurban olmak ile katlanmak ve değiştirmek arasındaki çizginin belirsizliği, erdemin, insanın doğasında taşıdığı çelişkilerden üretilmek zorunda olmasıyla açıklanabilir. Modernliğin, bir ilerleme ürünü olmayan değerler dizgesi, aslında olmayan bir dizgedir. Çünkü tarih, değerlerin ancak insanî varoluşun ilerlemesi ve kendini aşmasıyla yaratılabildiklerini göstermiştir. Kapitalist toplumsal örgütlenmenin, erdemin yokluğu ilkesi üzerinde kurulmuş olması, bugün gerek modernliğin söylem-değerlerine kendi içlerinden çıkardıkları anlamları yükleyerek ve böylelikle bunları hakikileştirerek yaşayan insanların, gerekse modern olmayan kültürlerin değerlerini henüz taşımakta ve modernlikte bir karşı-sav aramakta olan diğerlerinin şaşkınlıklarının temel nedenini oluşturmaktadır. Erdemin yokluğunda, ortaya atılabilecek tüm değer dizgeleri, sahte ile hakiki olanın ayırdedilmesinin olanaksızlığı nedeniyle iktidarın oyuncaklarına dönüşürler.
Günümüzde dilsizliğin başkaldırısı kurban olmak ve üstüne üstlük bir de tüketime sunularak metalaşmaktan başka bir şey değildir. Hayatı dilin başkaldırışıyla değiştirebileceğimizi düşünüyorum. Bu başkaldırıya, anadilimizi söylemlerin boyunduruğuna karşı savunarak başlayabiliriz.
SAV VE KARŞI SAV
Bachelard, Gaston, Die Bildung des wissenschaftlichen Geistes (Beitrag zu einer Psychoanalyse der objektiven Erkenntnis), Übersetzt von Michael Bischoff (özgün adıyla “La formation de l’esprit scientifique”), (Suhrkamp, Frankfurt, 1987)
Foucault, Michel, Language, Counter-memory, Practice (Selected Essays and Interviews), çev. D. Bouchard ve S. Simon, (Cornel University Press, New York, 1980)
Foucault, Michel, The Order of Things (An Archeology of the Human Sciences - English Edition), Tavistock Publications, Londra, 1986).
Foucault, Michel, Ders Özetleri (1970-1982), Çeviren: Selahattin Hilav, Yapı Kredi Cogito, İstanbul, 1992) ek. Bu çalışma, yukarıda verdiğim iki kaynağın içerdiği yazılardan ya da bu yazıların ders için tasarlanmış biçimlerinden özlü bir seçmeyi biraraya getirmektedir.
Foucault, Michel, Technologies of the Self (A Seminar with, edited by Luther H. Martin), (Tavistock Publications, Londra - 1988)
Habermas, Jurgen, Erlauterungen zur Diskursetik, (Suhrkamp, Frankfurt - 1991)
Habermas, Jürgen, The New Conservatism (Cultural Criticism and the Historians’s Debate), çev. S. W. Nicholsen, (The MIT Press, Cambridge, 1989)
Heidegger, Martin, On the Way to Language, çev. Peter D. Hertz (özgün adıyla “Unterwegs zur Sprache”), (Harper & Row, San Francisco, 1982)
Kress, Robert Hodge and Gunther, Language As Ideology, (Routledge, New York, 1993)
Mardin, Şerif, İdeoloji (Toplu Eserleri 3), (İletişim Yayınları, İstanbul 1992)
Moravcsik, Julius M, Thought and Language, (Routledge, New York, 1992)
Oskay, Ünsal, Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri (XIX. Yüzyıldan Günümüze Kuramsal Bir Yaklaşım), (SBF Yayınları 495, Ankara, 1982)
Sorel, Georges, The Illusions of Progress, Translated by J. & C. Stanley, (University of California Press, Berkeley, 1969)
Sözer, Önay , Anlayan Tarih (Dil-Tarih İlişkisi Üzerine Bir İnceleme), (Yazko Yayınları, İstanbul, 1981)
Vygotsky, Lew, Thought and Language, Revised çev. Alex Kozulin, (The MIT Press, Cambridge - 1986)
Yavuz, Hilmi, Kuram ve Dil Bağıntıları Üzerine Bir Deneme, Felsefe Yayınları 7. Kitap, (Yazko Yayınları, İstanbul, 1983)
BAŞVURU VE BİLGİ
İbni Haldun, Mukaddime, Çeviren: Zakir Kadiri Ugan, (Üç kitap, MEB Yayınları, İstanbul - 1990)
Platon, Diyaloglar, Çevirenler Teoman Aktürel, Melih Cevdet Anday, Adnan Cemgil, Tacettin Ünlü, Sabahattin Eyüboğlu, (Remzi Kitabevi, İstanbul, 1982)
Brockhaus-Enzyklopaedie, 18. Auf. u.d.T - 24 Cilt, (F.A. Brockhaus, Mannheim - 1986)
[1]Platon, Diyaloglar, Gorgias (Söylev Sanatı Üstüne), çev. Melih Cevdet Anday, sayfa 111, Remzi Kitabevi. İstanbul, 1982.
[2]Burada aile örneğini, bu kurumu iktidar paylaşımı ve karşılaşmanın yaşandığı bir foruma indirgemek amacıyla vermiyorum. Ama, aile kurumunun, diğer çok sayıda özellikleri ve işlevleri yanısıra, bu nitelikleri de gösterdiğini düşündüğümden, yazımızın bağlamında en küçük örnek olarak ekledim. Aslına bakarsanız, aileyi bu yönüyle de ele almak için, baba-oğul, ana-kız ilişkilerine gitmeye bile gerek olmadığı, biraraya gelen her bir çift insanın ilişkisinde karşılaşma ve iktidar olgusunun bulunacağı ve bunun farkındalığının, kuracağımız birlikteliklerimizin daha güzel ve insana yakışır olmasını sağlayacağı görüşündeyim.
[3]İslâm demokrasisi tamlamasını dört halife dönemi için kullanmakta sakınca görmüyor, bu deyime, dört halife şeriatını sultanların, şahların şeriatından ayırabilmek için başvuruyorum. Benim için halen (bu satırları yazdığım tarihte) bilmece olan bir konu, şeriatın nasıl olup da babadan oğula geçen halifeliği bünyesine almış olduğudur. İslâm düşünürleri arasında –bilgim dahilinde olduğunca– yalnızca iki Azeri bilgesi, Şeyh Bedreddin ve Şehabettin Suhreverdi ile İbni Haldun bu soruyu sormuş ve cevaplamayı denemiş görünüyorlar. Bedreddin ve Suhreverdi’nin hilafetin hükümdarlığa dönüşmesini tarihi bir araz olarak görüp mahkûm ettiklerini biliyorum ama konuya dair yaptıkları çözümlemelere (eğer varsa) henüz ulaşabilmiş değilim. İbni Haldun ise Mukaddime’nin birinci kitabında (28. Fasıl: Halifeliğin Hükümdarlık Şeklini Alması) etraflıca anlattığı bu süreci, yüreği kanaya kanaya temize çıkarır ve çağında İslâm düşüncesinin zorba iktidarların önünde nasıl boyun eğmiş olduğunun güzel bir örneğini verir. Bu üç bilgenin dışında, İslâm düşüncesi babadan oğula geçen halifeliğin meşrûiyeti üstüne, merak kamçılayıcı bir sessizlik sunar.
[4]Burada de’yi vurguluyorum, zira olguların niteliklerini tarif ederken, bunu, o olgunun başka tariflerinin yerine geçmesi amacıyla yapmıyorum. Diğer bir deyişle, dil, tekil bir olgu olarak alıp da ne olduğuna dair bir tanım yapıyor değil, ama dile bir olgular yumağı olarak bakıp, bu yumaktan (çokluktan) bir kerede görülebilecek bir niteliği seçiyorum. Asıl metinde söylediğim yalın bir önerme olarak şöyle tekrarlanabilir: dil birçok şeydir, dilin olduğu şeylerden biri de bir biçimler dizgesidir. Bu yazının konusu ve soluğunun dışında kalmakla birlikte, yazıyı daha aslına yakın okumayı arzulayan okur için ekliyorum: nesnelliğin tekilliğinin modern Batı düşüncesinin en büyük çıkmazlarından biri olduğu görüşünden hareketle, bütün modern nesnelliğe karşı duruyorum. Bu nedenle nesnel bir dile başvurduğum tüm satırlarımda, aralamaya çalıştığım hakikate, bir başkasınca, tamamen ayrı bir bakış ve biçimlendirişle, ama aynı isabetle dokunulabileceğinin farkındalığını yansıtmaya çalışıyorum.
[5]İdeoloji üstüne bu yazıda ve diğer çalışmalarımda söylediklerimin tümü, Şerif Mardin’in bir başvuru kitabı olarak kullandığım İdeoloji’sinde söylenenlere ek sayılabilir. Bunun dışında, kavramı kullandığım bağlamdan, gerek Marx’ın, gerekse Freud’un ideoloji tanımlarını hangi açılardan eksik bulduğumun açıklıkla görülebileceğini düşünüyorum.
[6]Burada Foucault’nun specification of individuals şeklinde kavramlaştırdığı olgudan yararlanıyorum. 18. yüzyıl Avrupa’sı, yalnızca modern aydının değil, ruh hastası, eşcinsel gibi diğer modern kişiliklerin de doğumuna tanık oldu. Benim bu olguya duyduğum ilgi, Foucault’nun soyutladığı sürecin, modern aydının bir varoluş biçimi olarak ortaya çıkışını anlamamızı kolaylaştırmasından kaynaklanıyor.
[7]Frankenstein ya da Modern Prometheus (Mary Shelley, 1818). Bu ünlü yapıt, ilk yayımlandığında felsefi roman olarak tanıtılmış ve uzun süre böyle değerlendirilmişti. Hayatın sırlarını araştıran coşumcu (romantik) bilimadamı, Dr. Frankenstein, yapay bir insan yaratmayı amaçlamaktadır. Ne var ki denemeleri sonunda ortaya ruhuyla insan, ama cismiyle canavar garip bir yaratık çıkar. Baba ve efendi Dr. Frankenstein ile oğul ve köle yaratık arasında kurulan ilişkiyi işleyen roman, oğulun nefret etmeyi öğrenerek babasını öldürmesiyle son bulur. Roman sayısız kereler sinemaya, tiyatroya uyarlanmış, türevleri yazılmış ve Frankenstein modern bir mitos biçimi olarak Batı kültüründe sökülmez bir yer edinmiştir.
[8]Bu satırlarda söylem kavramını, Foucault’nun bu kavramı yerleştirdiği bağlamın dışına çıkmaksızın kullanıyorum. Uzun soluklu amacımın, düşünürün, iktidarla dili ilişkilendirirken açtığı olanakları kullanarak, modern dönemde dilin başına neler gelmiş olduğunu araştırmak olduğunu söyleyebilirim. Lakin, okumakta olduğunuz yazı, yalnızca (böyle bir araştırmanın içine yerleştirilebileceği) bir çerçeve çalışması olduğundan, söylemin dilsel bir dizge olmakla beraber, bir iktidar yöntemi olarak ortaya çıkmış olmasının altını çizmek bu aşamada bana yeterli görünüyor. Öte yandan, modern aydının iktidarla ilişkisinin tarihine bakışım, Foucault’nun bu konuda söyledikleriyle temelden çelişmektedirler. Düşünür, aydının iktidarın dolaylandırılması işlevini yakın dönemlerin bir olgusu olarak görür ve bunu ortaya çıkış tarihini Mayıs 1968 olarak saptar (Intellectuals and Power, Language, Counter-memory, Practice (Selected Essays and Interviews), Translated by D. Bouchard and S. Simon, sayfa 205-217, Cornell University Press, New York, 1980). Benim sorgulamam, bir varoluş biçimi olarak modern Batılı aydını da içine aldığından, Foucault’nun saptamasındaki bu gecikmeyi kabul etmemin olanağı kalmıyor.
[9]Kress, Robert Hodge and Gunther, Language As Ideology, sayfa 71-73, 75, 75, 83-84, 184-192, (Routledge, New York, 1993), yine Halliday’in, bu yapıtın kaynakçasından iz sürerek ulaştığım çalışmasını da, konumuzla doğrudan ilintilenmemekle beraber olguyu dilbilimsel/antropolojik yanlarıyla bir bütünlük içerisinde sunması nedeniyle burada ekliyorum: “Anti-languages”, American Anthropologist 78/3.