Kasım doğanın kederli ayıdır. Kurşuni sabahlar her keresinde daha da kısalmış günlere açılırlar. Yeşilin kentlerin köşelerinden elini eteğini çektiği, dolmuş kuyruklarının göze her zamankinden daha uzun göründüğü, okullarda dönemin ilk sınavlarının başladığı, hayatın gerçekliği ile arzu ve umutların arasındaki makasın açıldığı günlerdir bunlar. Türkiye nufusunun hatırı sayılır bir kısmını oluşturan ilk ve orta dereceli okul öğrencilerinin gündelik yaşantıları, bu ayın ilk haftasında, Kemal Atatürk'ün yaklaşmakta olan ölüm yıldönümü dolayısıyla, şahsında cisimleştirilen yenilik ve devrimlerin işlenmesine ayrılan ders saatleri ve 10 Kasım sabahı yapılacak anma törenlerinin hazırlıklarıyla tanıdık bir renk kazanır. Tanıdık bir renk diyorum, zira elli yaşın altındaki kuşaklarımız için, Atatürk'ün ölüm yıldönümlerinin bugün artık deniz kentlerimizin martıları, susamlı simidimiz, ince belli çay bardaklarımız, minarelerimizin arasına kurduğumuz Ramazan mahyalarımız, yağmurlu günlerde pusuya yatan çukurlarına düşüp de ayağımızı incittiğimiz kaldırımlarımız kadarortak bir deneyim olduğu düşüncesindeyim.
Türkiye toplumunun en soylu ve en bayağı nitelikleri 10 Kasım yaşantılarına da damgalarını vurmuşlardır: okul bahçelerinde, ya da eğer hava yağışlıysa, spor salonlarında, yemekhanelerde toplanan öğrenci kitleleri, heyecanlı çocuk sesleri, vapur düdükleri, sirenler, kentlerin sokaklarında donakalan insanların müthiş görüntüsü, gazetelerin alışıldık başsayfaları, saygı duruşlarının ardından başlayan sonu gelmez söylevler, hayal gücü yoksunu konuşmacıları saatler boyu dinlemek zorunda kalan genç zihinlerin yorgunluğu, ileri gelen siyasetçilerin akşam haberlerini işgal eden yeknesak demeçleri, sözcüklerin binbir anlamının karışıp harman olduğu bir günü belirlerler. Atatürk'ün ölüm yıldönümünün, Türkiye modernizminin kültür haritasında, zengin buluntular vadeden bir höyük olduğu aşikardır.
Modernliğin Alfabesi
Modernleşme sürecindeki dünya toplumlarının üstesinden gelmek zorunda oldukları temel sorunlardan biri, kaynağını, Batı uygarlığının tekil kültürel çerçevesinde doğmuş ve tarihi geçerliliğini kazanmış yeni varoluş örneği olarak modernliğin, aslında, bir örnekten daha fazla bir şey olmasında bulur. Modernlik, yaşanışı ve yansıtılışı ile, üstüste bindirilmiş ve eşzamanlı olarak gerçekleşen, birbirleriyle doğrudan ilintili ama birbirlerinden başka üç ayrı şey olarak incelenebilir: birvaroluş kipi (İng. mode), bir varoluş ölçübiçimi (İng. norme) [d2] ve bir iktidar söylemi.Bir varoluş kipi olarak, modernlik, insanın zaman ve mekan ile olan ilişkisinin, hayata somut ve dünyevi sonuçlara yönelik bir işlevsellik kazandıracak şekilde, tarihte daha önce görülmemiş bir başarıyla yeniden düzenlenmesidir. İnsanın yalnızca çevresindeki dünya ile değil, aynı zamanda hemcinsleriyle de kurduğu ilişkilerin dolaylandırılması, modern işlevselliğin koşulunu oluşturur. İşlevselliğin tarihinde, alet kullanan hayvanın doğanın efendiliğine soyunmasını ilk önemli adım olarak, hemcinsini alet gibi kullanan köleci insanın, türünün efendiliğine girişmesini ikinci önemli adım olarak kabul edersek, modern insanın diğer insanlarla kurduğu ilişkilerinde, kendisini aynı anda hem bir alet hem de bu aletin kullananı kılmasıyla üçüncü adımın atılmiş olduğunu söyleyebiliriz. Modernlik, bu bağlamda, insani varoluşun tarihi gerçeklikte ortaya çıkmiş diğer bütün kipleri gibi evrenseldir ve tüm kültürel zeminlerde, toplumsal boyuttaki karşılığı kapitalist örgütlenme ile birlikte yeşermeye elverişlidir.
Buna karşılık, modernlik, bir varoluş ölçübiçimi olarak, kültürel bir olgudur ve dünyanın Batılı olmayan coğrafyalarına (ölçübiçimsel niteliğiyle) kapitalist örgütlenmenin yayılması sürecinde taşınır. Modern hayat tarzları, çeşitlilendirilmiş dışavurumların ardında, Avrupa toplumlarının tekil ve eril niteliklere sahip mitos dünyasını paylaşırlar. Öte yandan, modernliğin kültürel bir miras olarak ortaçağdaki öncülünden devraldığı,başkalıklara yönelik olumsuz duyarlılık aşılamamış, fakat bu eksiklik, çeşitliliklere yönelik abartılı bir düşkünlükle ikame edilmiştir. Batılı olmayan kültürlerce üretilmiş, hayata dair anlamların, modernliğin biçimlerine sığdırılması olanaksızdır. Bununla birlikte, modernliği bir varoluş kipi olarak yakalamış olduğunu söyleyebileceğimiz Japonya'nın deneyimini bir kenara bırakırsak, dünya toplumlarının modernleşme mücadelelerinin, hemen her zaman ölçübiçimsel devrim ve dönüşümlerle yürütülmüş olduklarının altını çizebiliriz.
Bir iktidar söylemi olarak modernlik, uygarlık ile bunun dışı arasındaki ilişkinin düzenlenmesinin önemli araçlarından biridir. Uygarlığın sınırları yalnızca coğrafi boyutta uzanmazlar. Türkiye gibi, modernleşme sürecinde büyük mesafeler kaydetmiş Batılı olmayan toplumlarda bu zahiri sınır, sınıfları ve zümreleri keser, koparır ve yeniden öbeklerken, bir varoluş ölçübiçimi olarak modern olanla olmayanı birbirlerinden ayırır ve varlığını öncelikle dilsel uzlaşmazlık şeklinde belli eder. Öte yandan, modern olan ve olmayan varoluş kipleri toplumsal haritadaki yerlerini, böyle bir sınırla belirlenmeksizin ve daha ziyade değişen üretim ilişkilerine bağlı olarak almaktadırlar. Özetleyerek bağlamak gerekirse, modern varoluş kipinin, kapitalist örgütlenmenin Batılı olmayan toplumlarda yayılmasıyla, üretim ilişkilerinin değişmelerinin sonucu olarak ve bir kendiliğindenlik içersinde ortaya çıktığını, buna karşılık, modern varoluş ölçübiçiminin, değişimin ve kapitalist yayılmanın gerektirdiği iktidar ilişkileri aracılığıyla, Batı'dan taşındığını söyleyebiliriz. [d3]
Türkiye'ye Özgü Bir Süreç Olarak Modernleşme
Modernliğin, bir ölçübiçim ve bir kip olarak, birbirleriyle ilintili ama benzemeyen nedenselliklere bağlı iki ayrı boyutta gelişimi, Batılı olmayan kültür coğraflarında ortaya çıkmış olan, tarihi anlamda özgün ve Batı'da karşılığı olmayan bir olgudur. Bu gerçeklik modern iktidar söylemlerince yadsınır, zira modernliğin Batılı ölçübiçimlere sıkı sıkıya bağlanması, uygarlığın kendi dışıyla kurduğu dayatmacı ilişkide, gereksinimini duyduğu kültürel hiyerarşinin vazgeçilmez koşullarından birini oluşturur. Modernliğin ideolojik resimleri, sözgelimi, küreselleşme ya da çağdaş uygarlık düzeyi gibi kurmaca gerçeklikler işte bu kültürel hiyerarşinin gergefinde işlenmektedirler.Öte yandan, modernist Türkiye aydınının gelişmesi, 19. yüzyılın ilk yarısında ölçübiçimsel bir süreçle başlamıştır. Buna karşılık, aydınlar da dahil olmak üzere Türkiye toplumunun kaydadeğer ve belirleyici bir kitlesinin modern varoluş kipiyle tanışması, çok daha sonraları, Cumhuriyet iktidarlarının ulusal nitelikli bir sermaye yaratılması yönünde izledikleri siyasetlerin bir sonucu olarak ve kapitalist örgütlenmenin üretim düzeyinde belirleyicilik kazanmasıyla, 1950'li yıllarda gerçekleşir. Modernlik, ölçübiçimsel olarak yaşandığı ve yayıldığı yüzelli yıllık bu kaçınılmaz safhada, Türkiye kültürünün özgün varoluş biçimleriyle ilişkisini, bu biçimlerin modern öncesi kipleriyle yakın ama hiyerarşik bir karşılaşma aracılığıyla kurmuş ve sürdürmüştür. Bu gerçek, ölçübiçimsel Türkiye modernliğinin, tarihi açıdan, zorunluluğuna olduğu kadar, aynı zamanda sonluluğuna da işaret eder.
Ölçübiçimsel modernlik, kipsel (İng. modal) modernliği tanımakta zorluk çeker ve bunun tarihi geçerliliğinden rahatsız olur. Kipsel modernlik, ülke kültürünün özgün dil ve varoluş biçimlerini, bu biçimlerin zamanla ve mekanla ilişkilerini yeniden düzenleyerek üretirken, ölçübiçimsel modernlik, karşılaştığı bu yeni olguda tanıdık eski biçimlerin yanısıra nedenselliğini kavrayamadığı yeni bir güç ve direnç görmektedir. Ölçübiçimsel modernliğin kipsel modernliğe tepkisi, aralarındaki ilişkiyi, mevcut kültürel hiyerarşik düzende tutmak ve bir yandan da kipsel modernliğin yeniden ürettiği biçimlerin modernlik öncesindeki ifadelerini yüceltmeye girişmek yönünde ortaya çıkar. Türkiye'de 1950'li yıllardan bu yana yaşanan kültür süreci, iktidardaki ölçübiçimsel modernliğin, gerek maddi gerekse söylemsel yöntemlerle kipsel modernliğin geçerliliğini reddetme ve olanak bulduğunca hayatın içinden sürüp çıkarma çabasını yansıtır.
Oysa, Türkiye kültürü, özgün dil ve varoluş biçimlerinin, modern kipteki karşılıklarını henüz yeni yeni üretmeye başlamaktadır. Sözgelimi, hüznün bir dil ve bir varoluş biçimi olarak, arabeskleşmesi [d4], Türkiye insanın, zamanla ve mekanla kurduğu ilişkinin değişmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Geleneksel Doğu Akdeniz hüznüyle, bunun modern karşılığı arabesk arasında, biçimsel bir birlik, ancak kipsel bir ayrılık vardır. Hüzün, insanın kendi varlığını zamanla olasılık ulamında ilişkilendirdiği bir dünyada, hayatın trajik duyumunun ifade yoluyla paylaşılmasını olanaklı kılmak üzere geliştirilmiş ve uzun yüzyılların seçiciliğinde incelmiş bir dildir. Kişisel trajediler, hüzün aracılığıyla iletilebilir biçimler olarak yaşanırlar ve bir yaşantı olarak acının toplumsal ölçekte paylaşılmasını düzenlerler. Bu düzenlemede, olasılığın zamanı, ya da bizim ona adadığımız adıyla kader, insan ömrünü öngörülemez kılmakla, hayatın değerini, trajedilerin yıpratıcılığından korumakta, ama aynı zamanda, acı çeken insanın acının kaynağına yabancılaşmasının da önüne geçmektedir. [d5] Öte yandan, kapitalist örgütlenmenin üretim düzeyinde belirleyicileşmesi, emeğin arzının düzenlileştirilmesine koşut bir süreç oluşturur. İnsan hayatının, emeğin hasat edildiği bir kaynak olarak işlenmesi, bu düzenlileştirmenin koşuludur. İşte, modern varoluş kipinde, insanın zamanla ilişkisininzorunluluk ulamında yaşanması, hayatın bu yönde işlevselleştirilmesini olanaklı kılmaktadır. Zorunluluğun zamanında, kader, olasılığını yitirir ve artık bir mahkumiyete dönüşür. Arabesk, hüznün kadere isyanıyla başlamıştır. Bu isyanın ardından gelen dönüşüm süreci, geleneksel bir dilin, modern varoluş kipinde kendini yeniden üretişinin tanıklıklarını sunar. Günün, içinde hayatın trajik duyumunun damıtıldığı, adanmış saatlerinin ortadan kalkmasıyla yurtsuz kalan hüzün, modern işlevselliğin yüreğine yönelerek, işlikleri ve çalışma saatlerini istila eder. Arabesk, modern zamanın zorunluluğunda işlevselleşen ve yoksulluk mahkumiyetlerine dönüşen gündelik yaşantıların, her sabah, adı konulmamış bir destanın yeni bir sayfası açılır gibi, başlamalarının zeminini oluşturur. Modern hüzün, henüz tamamlanmamış dönüşüm sürecinde, Türkiye insanının, özgün duyarlılıklarını yitirmeden, kapitalist işleyişin içinde yer almasını olanaklı kılmaktadır.
Türkiye'de modern dönüşümün önderliğini, yüzelli yıllık ölçübiçimsel safhada, üstlenmiş olan zümrelerin arabeske yabancılaşmışlıkları ve tepkisellikleri, olağan bir kültürel çoğalmanın sonucu olarak ortaya çıkmış değildir. Bu olgu, ölçübiçimsel modernliğin çıkmazlarına ve içinde yaşadığımız süreçte toplumsal varlığımızı sarsacak boyutlara ulaşan dilsel uzlaşmazlıkların kaynağında yatan sorunsallardan birine işaret eder: akıl tutulması.
Biçimsel Akıl
Modernliğin, Batılı kültür dağarının biçimlerinden türetilmiş ölçübiçimlerine içkin sorunsallıklar, bu ölçübiçimlerin Batılı olmayan kültür zeminlerine taşınmalarıyla yeni ve öngörülemeyecek sorunlara kaynaklık ederler. Ait olduğu kültür dağarında, belirli bir dengenin içersinde gemlenmiş olarak varlığını sürdüren sorunsallık, bu dengelerin gemleyici etkisinden kurtulduğunda, kültürel anayurdunda sebebiyet veremeyeceği şiddette travmalara yol açar. Akıl ve akıldışı arasındaki ilişki, aydınlanmayla cevaplandırılamamış bir sorunsal olarak, modernizmin yetersizliklerinden birini oluşturur. Batı felsefesinde, 17. yüzyıldan bu yana, akıl ve akıldışı üstüne ortaya konulmuş olan düşünce ürünlerinin devasa toplamı, düşünürlerin bu yetersizliği aşmak yönünde harcadıkları büyük çabayı gösterir. Bugün, akıl ve akıldışı arasındaki ilişkinin bir kültür sorunsalı olarak yaşanmakta oluşunun nedenlerinden biri, Batı uygarlığının aydınlanmayla birlikte aklı insanın bir yetisi olmaktan çıkararak, dilsel bir öge olarak yeniden üretmiş olmasıdır. Bunun kaçınılmaz sonucu, aklın biçimselleşmesi ve akıldışıyla yaptığı sınırın hakikiliğini yitirmesidir. Ancak, bu biçimselleşmenin ilk kez ne Batı'da ne de modernlikle başlamış olduğunu ileri sürmek yerinde olacaktır. Max Horkheimer, modern aklın biçimselleşmesinin tarihi öncüllerini araştırırken, şunları söyler:"Akıl kavramı doğduğunda, amaçlarla araçlar arasındaki ilişkinin düzenlenmesinin ötesinde bir şey bekleniyordu ondan; amaçları anlamak, hatta belirlemek için bir yöntem olarak görülüyordu. Sokrates, topluluğunun ve ülkesinin en kutsal, en köklü düşüncelerini daimon'un [d6] eleştirisinden, ya da Platon'un dediği gibi, diyalektik düşüncenin eleştirisinden geçirdiği için öldü. Bunu yaparken hem ideolojik [d7] tutuculuğa, hem de ilericilik maskesi ardında gizlenen ama gerçekte kişisel ve mesleki çıkarlara bağımlı olan göreceliğe karşı savaşıyordu." [d8]
Takribi 2400 yıl önce, biçimsel aklın zaferi, bilgenin ölümünü gerektirdiyse de, hayatın ve hakikatin bu darbeyi (ve onu izleyen sonrakileri) savuşturmuş oldukları, 2400 yıl sonra bu satırları yazıp okuyabiliyor olmamızda kanıtını buluyor olsa gerektir. Bununla birlikte, bugün, dört zamanlı içten yanmalı motorları, maddenin çekirdeğini bölerek kazandığı eyleme gücü ve sayısal evrene hakimiyetiyle biçimsel akıl, ezeli düşmanı doğanın karşısında kazandığı tartışılmaz zaferle, hayatın bir efendisidir. Ne var ki insan, kendi de doğanın ayrılmaz bir parçası olduğundan, bu zaferin sahibi sayılabilecek durumda değildir. Modernliğin yerleşmesi sürecinde aklın araçlaşması ile insan da kendi kendisinin bir aracına dönüşmüştür. Sözü yine Horkheimer'a veriyorum:
Aklın biçimselleşmesi, tuhaf, ters bir kültürel duruma yol açar. Bir yandan, uygarlığımızın tarihini özetleyen bir karşıtlık, benlik ile doğa arasındaki yıkıcı karşıtlık, bu çağda doruğa çıkar. Doğaya boyun eğdirmeyi amaçlayan totaliter çaba (...), ego'yu, insan öznesini (...) baskının basit bir aracı haline (getirmiştir). Benliğin kavramlarda ve düşüncelerde ifade bulan bütün öteki işlevleri geçersizleşmiştir artık. Öte yandan, görevi bir uzlaşma aramak olan felsefi düşünce de çatışmanın varlığını reddetmekte ya da unutmaktadır. Felsefe adı verilen disiplin, kültürün öteki dallarıyla birlikte, açılmış uçurum üzerinde sahte bir köprü kurmakta ve böylece tehlikeyi daha da arttırmaktadır. Tartışmamızın varsayımlarından biri, bu süreçlerle ilgili felsefi bir bilincin bunları tersine çevirmekte yararlı olabileceği düşüncesidir.
Felsefeye inanmak, insanın düşünme yetisinin korku yüzünden körelmesine karşı çıkmak demektir. Batı'nın tarihinde, yakın zamanlara kadar, bireyler, gruplar ve uluslar arasında bir anlaşma sağlamaya yetecek kültürel ve teknik kaynakları yoktu toplumun. Bugün maddi koşullar vardır. Eksik olan, yaşadıkları baskının öznelerinin veya uygulayıcılarının yine kendileri olduğunu anlayabilen insanlardır. Böyle bir anlayışın gelişmesi için her türlü koşul varolduğuna göre, kitlelerin olgunlaşmamışlığı kavramı da geçerli sayılamaz. Üstelik, Avrupa'nın en geri bölgelerindeki toplumsal süreçleri bile inceleyen gözlemci, sürüklenenlerin de en azından kendilerine yol göstermeye kalkan o şişkin küçük Führer'ler kadar olgun olduğunu kabul etmek zorunda kalacaktır. Şu anda herşeyin insanların özerkliklerini doğru kullanmalarına bağlı olduğunun bilinmesi, henüz susturulmamış olanları, kültürü savunmak amacıyla, kültürün konformist iyi gün dostlarının elinde bayağılaştırılmasına ya da kapılara dayanmış barbarların elinde imha edilme tehlikesine karşı savunmak amacıyla birleşmeye yöneltmelidir. [d9]
Horkheimer'in 1940'ların [d10] kuşkucu, koşullu ama inatçı iyimserliğini yansıtan bu satırları, sergiledikleri temel kavrayış ve dile getirdikleri gereklilikle, geçerliliklerini bugün de sürdürmektedirler. Bununla birlikte, biçimsel aklın kaba ve nasırlı kıvrımları, Batı'da 1940'lardan bu yana hızla yetkinleşen iktidar söylemlerince, artık kurmaca bir sağduyuya ve ucuz bir inceliğe dönüştürülmüşlerdir. Bu süreçte, henüz susturulmamış olanlarsa, acısız yöntemlerle gülünçleştirilmiş ve aykırılıklarıyla işe yaramaya mahkum edilmişlerdir. Bugün, modern dünyada susturulmuş olmak, trajik bile değildir. Bunun kuşkusuz bir nedeni var.
Trajik Duyumun Hayatımızdaki Yeri [d11]
Biçimsel akıl trajediden nefret eder, zira bunun yol açtığı bilinç sıçramaları ve duygusal fırtınalar, biçimsel aklın aradığı ve gereksindiği doğadışı düzen ve durgunluğu sarsarlar. Batı modernliğinde akıl, çok yönlü bir zenginlik sergilediğinden, yalnızca biçimselliğe indirgenemezse de, hayatın trajik yanıyla tek boyutlu ve kısır bir ilişki içersinde olmuştur. Trajedinin, ondan ancak iktidar üretmek üzere yaşanabildiği Batı modernliğinde, doğanın yenilgisi, verili hiyerarşiler dünyasının geniş ölçekte kabullenilmesi ve kitle iletişim aygıtlarının mevcut iktidar düzenlemelerini kalıcılaştırması sonucu trajik duyuma gereksinim kalmamıştır. Biçimsel akıl trajik olanı dilin olanaklarına başvurarak tanımamazlıktan gelir; bundan kaçınamadığı takdirde ise, trajediyi insan doğasının en yakın başka iki deneyimine dönüştürerek algılamayı seçer: gülünçlük ve şiddet. İnsan yaşantıları, her ne kadar biz burada belirli bir kuramsal kavrayışı anlaşılır kılabilmek için onları indirgemekteysek de, saltık nitelikler göstermezler. Diğer bir deyişle, hiç bir yaşantımız salt trajedi, salt gülünçlük ya da salt şiddet içermez; sözgelimi, trajik olan gülünç olana son derece yakındır ve bütün gülüşlerin içinde biraz şiddet vardır. Lakin, bunlar insan deneyimleri olarak ayrı ve başka şeylerdir. Birbirlerinin yerine geçmezler. Biçimsel akıl, trajediden kaçarken, işte insan yaşantılarının bu çok nitelikliliğinden yararlanır. Belirgin olarak trajik olan bir yaşantı, bünyesinde yanısıra gülünçlüğü ve şiddeti de barındırdığından, sözel dil aracılığıyla, bu belirgin niteliği değiştirilerek aktarılabilir. Dilin bu olanağı trajedinin, gülünçlüğün ve şiddetin hayatta ayrı şeyler olmalarına rağmen, sözel dilde örtüşmekte olmalarından kaynaklanır. Gerçekten de sarfedilmiş bir sözcüğün, sözgelimi trajik mi yoksa gülünç mü olduğunu söyleyebilmek için, okurun ya da dinleyicinin, okuma ya da dinlemeyi aşan bir edimlilik içersinde olmaları gerekmektedir.Biçimsel akıl dilin soysuz bir akrabasıdır. Eski çağların söylevcileri, kürsüye çıktıklarında, ona sesli düşünmenin bir yöntemi olarak başvurmaktaydılar. [d12] Ne var ki o, modernleşmeyle birlikte, zaman zaman başvurulan bir yöntem olmaktan çıktı, varlık kazandı ve özgür aklın yerine talip oldu. Biçimsel akıl, yalnızca trajedinin değil, özgür düşüncenin ve davranışın da düşmanıdır. Güncel tartışmaların ve Batı modernizminin belirleyici izleğinden ayrılarak bakıldığında, düşünce ve davranış özgürlüğünün, insani bir sorunsal olarak, son derece önemli bir kültürel boyutunun olduğu görülebilir. Modern Batı'da dilin iktidarı ve trajedinin ortadan kaldırılmışlığı, düşünce ve davranış özgürlüğü olarak kavranan şeyin aslında bir gülünçleşme ve önemsizleşme serbestliği olduğuna işaret eder. Hayatta neyin etkin olabileceği ölçübiçimlerle zaten düzenlenmiş olduğundan, dilde güç toplayamayan düşünsel başkaldırının yeri gülünçlüktür. Türkiye modernliğinde, trajedinin kendini yeniden üretebiliyor olması, bu nedenle geleceğimiz açısından büyük önem taşımaktadır. Trajedi, özgürlüğün gülünçleştirilmesinin önüne geçer; bir başkaldırı deneyimi olarak şiddete seçenek oluşturur ve Türkiye kültüründe özgün ve incelmiş bir dil geleneğine sahip olduğundan, başkaldırının, insani ilerlemenin bir kaynağı olarak, toplumsal esenliğimizin yaratılmasında etkin yerini almasının yolunu açabilir.
10 Kasım'da Bir Karşılaşma
Yaşadığımız yılların 10 Kasım'ları, Türkiye toplumunun gelişip serpilmesi sürecinde, Cumhuriyet'in ideolojik temellerinin sorgulanmasıyla belirlenen yeni dönemde, giderek daha yoğun yaşantılara sahne olmaktalar. Bu yaşantılara damgasını vuran bir olgu var: karşılaşma. Türkiye kendisiyle karşılaşıyor. 10 Kasım 1994 sabahının erken saatlerinde, Anıtkabir, alışıldık, ne var ki yine "bu yıl her zamankinden daha da büyük bir anlam kazandığı" vurgulanacak olan bir devlet töreninin son hazırlıklarına sahne olmaktaydı. Ben, az önce tırnak içine aldığım ve çoğumuzun okul sıralarından beri sayısız kereler duymaktan ezberlemiş olduğumuz bu ifadenin, aslında hakiki bir duyumdan kaynaklandığı düşüncesindeyim. 10 Kasım törenleri, tüm alışılmışlıklarının ardında, derin bir insanlık trajedisini gizlerler: değişmekten ve değiştirmekten ürkenlerin, değişmiş ve değiştirmiş olanın huzurunda secdeye gelmesi.Öyleyse, doğululaşmış ve hayatı altetme hırsından vazgeçmiş biçimsel aklın, 10 Kasım'ları, ayaklara karasuların indirildiği, genç zihinlerin rehin alındığı, sonu gelmez demeçlerin iletişim aygıtları aracılığıyla ruhumuzdan aşağıya boca edildiği, müthiş boşboğazlık ve sıradanlık cinnetlerine dönüştürmesi, bu trajedinin üstünün örtülmesine yönelik olmalıdır. Ancak bu kez, taşradan gelen bir dindar, biçimsel aklın, yarattığı söylem duvarı ardında, olamadığı gibi olana gizliden gizliye tapındığını göstermek, utancıyla yüzleştirmek ve olması gerektiği gibi olana tapmaya çağırmak üzere başkenttedir. 11 Kasım tarihli gazetelerden izleyelim:
Ulu önder Atatürk'ün 56. ölüm yıldönümü için Anıtkabir'de düzenlenen anma töreninde Mahmut Kaçar adlı kişinin, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, TBMM başkanı Hüsamettin Cindoruk, Başbakan Tansu Çiller, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, Kuvvet Komutanları ve devlet protokolünün önünde yönelttiğiSALDIRI şok yarattı. (...)
Saat 08.55'de başlayan törende protokol Aslanlı Yol'da yürüyerek Anıtkabir'de toplanan binlerce vatandaşın önünden geçti ve mozolenin bulunduğu bölüme geldi.(Cumhurbaşkanı) Demirel, çelenk koymak üzere saat 09.04'te mozolenin önündeki yerini aldığında, olayı görüntülemek üzere toplanan basın mensuplarının arasından aniden fırlayan yeşil parkalı, kısa boylu, bıyıklı bir kişi "Bu taşlar sizi kurtarmaz. Sizi Kuran'a davet ediyorum. Kuran'a tap, puta tapma" diye bağırdı.
Elinde kırmızı kaplı bir Kuran taşıyan ve olay yerinde bulunanların şaskınlığından yararlanarak eylemini "La ilahe illallah, allahu ekber'" diye tekbir getirerek sürdüren SALDIRGAN, dört güvenlik görevlisinin müdahalesiyle mozolenin bulunduğu bölümden dışarı çıkarıldı. (...) Polislerin yüzünü parkasının kapüşonuyla gizlediği ve ağzını kapatarak bağırmasını engellediği FANATİK, dışarda da EYLEMİNİ SAĞ ELİNİN İŞARET PARMAĞIYLA SÜRDÜRDÜ. [d13]
Yukarda okuduğumuz metnin hemen başında, aktarılmakta olan olayın bir saldırı olarak tasarlandığını görüyoruz. Olayın kahramanının, daha sonraki satırlarda saldırgan adılıyla anılmasının, bu tasarımla uyum içersinde olduğu söylenilebilir. Saldırı eylemi, devlet ileri gelenlerinin önüne atlamak, bağırarak onları Kuran'a davet etmek, tekbir getirmek ve derdest edildikten sonra sağ elinin parmağıyla (metinde yer verilmeyen) işaretler yapmak şeklinde betimleniyor. Bu son yapılanın, anlatılmakta olan eyleme dahil edilmesi, haber yazarının, aktardığı olayı saldırı kalıbına sokmak için ziyadesiyle bir çaba içersinde olduğunu gösteriyor. Haber metninin, saçmanın sınırlarını zorlaması, ölçübiçimsel dünyanın ne denli kaygan bir zemin üstünde yükseldiğine de güzel bir örnek oluşturuyor. Bu satırlarla gazete sayfalarında değil de başka bir yerde karşılaşmış olsaydık, metnin yazarının akli dengesinden kuşkulanmamız için geçerli nedenlerimiz olurdu.
Tüm saldırılarda, en az bir saldırgan ve yine en az bir de saldırılan vardır. Yukardaki alıntıda ise saldırılanın kim olduğunun belirtilmemiş olduğunu görüyoruz. Bunun bir nedeni var: alıntıladığımız metin bir iç sayfa haberidir ve saldırılanın kim olduğu, okura daha önce, büyük kısmını resimlerin ve sekiz sutunluk dev bir başlığın örttüğü başsayfada zaten iletilmiştir. Şimdi bu başsayfaya bakarsak şunları göreceğiz:
Yukarda,
(başlık - sekiz sütuna): Ata'ya akın
(altbaşlık - yine sekiz sütuna): Ölümünün 56. yılında yüzbinler Atatürk'e koştu
(büyük resim): Anıtkabir'in cepheden geniş açılı görüntüsü; meydanda bir kısmını subayların oluşturduğu kalabalık bir kitle görülüyor.
(resimaltı): İlkeleriyle her geçen gün daha da büyüyen Atatürk, dün büyük törenlerle anıldı. Ankara'da yağmura rağmen, insanlar akın akın Anıtkabir'e gittiler.
Aşağıda,
(başlık - iki sütuna): Saygısızlar
(altbaşlık - yine iki sütuna): Atatürk'e saldırılar, Anıtkabir'e de sıçradı
(yanda küçük resim): Dört güvenlik görevlisinin arasında, ufak tefek, yağız, genç bir adam, yalnızca başı görünüyor.
(resimaltı): Van'dan Ankara'ya "Atatürk'e saldırmak" için geldiği belirtilen Mahmut Kaçar, Anıtkabir'de şeriat gösterisi yaptı.
(başlıkaltı): Türkiye, dün bir başka 10 Kasım yaşadı. Yüzbinlerce insan akın akın Anıtkabir'e, Atatürk anıtlarına koştu. Çoşkulu, saygılı törenlerde her meslekten, her yaştan insanlar Büyük Önder'in eserlerine, ilkelerine, devrimlerine bağlılıklarını dile getirdiler. Atatürk, ölümünün 56'ıncı yılında adeta yeniden doğdu.
(başlıkaltı): Bir kez daha devleşen Atatürk'ü anma törenlerinde bazı cüceler de vardı. Anıtkabir'deki törende Mahmut Kaçar adlı PTT memuru, Cumhurbaşkanı Demirel ve protokolün önüne fırlayarak, "Bu taşlar sizi kurtarmaz, Kuran'a tap, puta tapma" diye bağırdı. Saldırgan, törene katılan vatandaşların öfkesinden güçlükle kurtarıldı. [d14]
Biçimsel akıl, o gün Anıtkabir'e birbaşına ve elinde kutsal bir kitapla gelmiş bu genç adamın eylemini neden bir saldırı olarak algılıyor? Bu sorunun cevabını verebilmek için, önce 10 Kasım eylemcisinin yanılgılı bir varsayımının üstünde durmamız gerekiyor. Modern ölçübiçimselliğin törenleri, yalnızca Türkiye'de değil, modernliğin ortaya çıktığı her yerde, tapma ediminden ziyade, bunun biçimsel karşılığını oluşturan tapınma edimine karşılık düşerler. 10 Kasım törenlerinde ortaya çıkan tapınma olgusu, öldürdüğü düşmanının gücünü kendi gücüne katmak için onun yüreğini yiyen eski savaşçılardan bu yana aramızdadır. Biçimsel akıl, Kemal Atatürk'ün tarihi kişiliğini, varlığının derinliğinde bir düşman olarak algıladığından, bu törenlerde onu biçimselleştirerek kendine katmakta, bir anlamda yüreğini yemektedir. Mahmut Kaçar'ın eyleminde algılanan saldırının, aslında Atatürk'e değil, biçimsel aklın kendi varlığına yönelik olduğu görülebilir.
Ben, taşralı genç memurun, bir saldırı değil, ama son derece akıllıca tasarlanmış bir trajedi düzenlemiş olduğu düşüncesindeyim. Bu trajedi, modern Batı'da ve İslami olmayan bir esinlenmeyle düzenlenmiş olsaydı, gülünçlük olarak algılanacak ve sunulacaktı. Ancak biçimsel aklın verimsiz ve yarım yamalak iktidarının yaşandığı Türkiye'de İslami bir esinlenmeyle gerçekleştirildiğinden, 10 Kasım eylemi, trajediyle karıştırılabilecek diğer en yakın deneyime kaynaklık ediyor: şiddet. Öte yandan, bu eylemin, Atatürk'e bir saldırı olarak sunulması, biçimsel aklın, dili ustalıkla kullanarak sinekten yağ çıkarmasının ve sahip çıkar göründüğü tarihi kişiliğin adını bir kez daha sömürmesinin güzel bir örneğini oluşturuyor.
Biçimsel işleyiş insan zihninin doğal yetilerinden biridir. Dil ve kurgu, zihnin bu yetisinin üstünde yükselirler. İnsanoğlunun, hayatı ve dünyayı düzenleme çabası, öncelikle dil aracılığıyla gerçekleştirildiğinden, aklın soysuzlaşması, her zaman biçimselleşmek anlamına gelecektir. Bir başka şekilde söylemek gerekirse, dilin yanısıra, kültürün ve toplumsal varoluşun tüm kurumları, aslen, cisim kazanmış biçimlerden başka bir şey olmadıklarından, yüklenmek üzere geliştirildikleri anlamı, onlara kazandıracak olan insan, etiyle canıyla yeryüzünde mümkün olan anlamın bu biricik temsilcisi, kendini, kendi yaratısına zincirleyerek köle ettiğinde, biçimsel aklın iktidarı ortaya çıkmaktadır. Buna göre, biçimsel aklın, insan tekinin değil, toplu halde yaşayan ve bu nedenle dünyayı düzenlemek zorunda olan insan türünün bir sorunsalı olduğunu söyleyebiliriz. Modernlik, biçimsel aklı muzaffer kılarak ve onu kişiliğin bir ögesine dönüştürerek, insanın, tarihin başlangıcından beri, mücadele etmek zorunda kaldığı bu varoluş sorunsalını daha da ağırlaştırmıştır.
Dilin iktidarı, trajediye karşıdır. Çünkü, trajedi, bir durum olarak, anlamı biçime hakim kılar; diğer bir deyişle, dilin iktidarını buharlaştırır. Öyleyse, biçimsel aklın, 10 Kasım eylemcisine karşı, toplumsallığın tüm kurumlarını yanına alarak bayrak açması şaşırtıcı olmayacaktır. Yine gazetelerden izleyelim:
Psikiyatristler: "Ya militan ya akıl hastası"
Nilüfer Kaş - İstanbul. Psikiyatristler, Anıtkabir saldırganının ya köktendinci bir akımın militanı ya da akıl hastası olabileceği yorumunu yaptı. Bakırköy Akıl, Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekimi Psikiyatrist Doç. Dr. Arif Verimli, Mahmut Kaçar'ın muayene edilmesinin şart olduğunu söyledi. Kamuoyunun hassasiyetine dikkat çeken Verimli, "Atatürk'le yaşayan ve onu anlayan bir insan olarak, meydana gelen olaya ben de çok üzüldüm" dedi. Kaçar'ın hasta olabileceğini kaydeden Verimli, şu değerlendirmeyi yaptı: "Kendisi, Allah tarafından görevlendirildiğini iddia ederek bir hastalık tablosu çiziyor. 1980 öncesinde sosyalist olduğu söylenen şahsın bu sözleri, akıl sağlığının bozuk olması ihtimalini arttırıyor. (...)" [d15]
Hukukçular: "Atatürk'e hakaret"
İstanbul - Milha - (...) Eylemi izleyen hukukçular, Kaçar'ın özel bir kanun olan 5816 sayılı Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanun'un birinci maddesine göre yargılanması gerektiğini söyledi(ler). İlgili maddede, "Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapisle cezalandırılır. Bir kimseyi bu suça teşvik eden kimse de aynı cezaya hükmolunur" deniyor. [d16]
Meczup'a özel koğuş:
Ankara - Anka - Anıtkabir'deki 10 Kasım töreninde Atatürk'e hakaret ettiği gerekçesiyle önceki gün tutuklanan Mahmut Kaçar'ın saldırıdan korunması için tek kişilik koğuşta tutulduğu bildirildi. Ankara Kapalı Cezaevi'ndeki HÜKÜMLÜ ve TUTUKLULARIN Atatürk'ü çok sevdiklerini belli ettiklerine dikkat çeken Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Nazmi Sarvan, "Bu durumu dikkate alarak kendisine yönelebilecek herhangi fevri harekete, saldırıya karşı önlem aldık. Güvenlikli olması açısından tek kalmasını uygun gördük" diye konuştu. [d17]
Bu alıntılar çoğaltılabilirler. Bir ülke toplumunun hükümlüleri ve tutukluları ile birlikte, kendi içinden çıkmış bir insan tekine yönelik ortak bir tepki geliştirmesi, tek sözcükle, tüyler ürperticidir. Neyse ki Türkiye, bu pespaye gazete satırlarında resmi verilen ülke değildir. Ancak, yukardaki resim, biçimsel aklın nasıl bir Türkiye görmek ve göstermek istediğine güzel bir örnek oluşturuyor. Kitle iletişiminin değirmeninde satır satır tasarlanan bu kurmaca Türkiye, aynı zamanda, biçimsel aklın, akıldışı niteliğinin de bir kanıtıdır. Öte yandan, Mahmut Kaçar'ın eyleminin, ülkemizde özgür aklın serpilip boy atması yolunda önemli bir adım olduğunun geniş çevrelerce anlaşılabilmesi için, vakit henüz ne yazık ki çok erken görünüyor. Olayı izleyen günlerde, yerleşik İslamcı siyasetlerce de aforoz edildiğini gördüğümüz 10 Kasım eylemcisinin, yirmiye yakın avukatın savunmasını yürüttüğü mahkemesi bu satırları kaleme aldığım sıralarda sürmekteydi. İktidar söylemlerinin ve karşı-iktidar söylemlerinin çarpışma alanında, Mahmut Kaçar ve eylemi, hızlı bir metalaştırılma sürecindeler.
10 Kasım eylemi şiddet içermemektedir; trajedi temelinde tasarlanmışlığı, iletisinin biçimi ve içeriğiyle Türkiye kültürünün geleneğini yansıtırken, yaratıcılığı, sahneye konuşu ve içerdiği cesaretle kipsel anlamda moderndir. Bu eylemin cezalandırılması, Türkiye'de şiddete bir kez daha davetiye çıkarılmasından başka bir şey olmayacaktır.
Ocak 1995
Dipnotları
[d1] Okumakta olduğunuz bu çalışma, başlı başına bir bütünlük içermesi gayretiyle kaleme alınmışsa da, dil ve iktidar ilişkisinin araştırıldığı bir dizinin parçasını oluşturmaktadır.[d2] Norme, normative, normal ve abnormal (İng.) terimlerinin Türkçe karşılıkları olarak ölçübiçim, ölçübiçimsel, ölçüiçi ve ölçüdışı önerilerini kullanıyorum. Böyle bir Türkçeleştirmeye giderken, asıl amacım,form (şeylerin bir niteliği olarak biçim) ve norme (biçimlerin bir düzenlenişi olarak ölçübiçim) kavramları arasında aradığım kuramsal bağı açık ve anlaşılır bir şekilde ifade edebilmekti. Ancak, norme sözcüğünü yerinden oynatınca, bunun türevlerine de dokunmak gerekiyor. Örnekler çoğaltılabilir: ölçüiçilik(normality), ölçüdışılık (abnormality) vb.
[d3] Bu söylediğimiz, iktidar ve üretim ilişkilerinin de her zaman örtüşmedikleri anlamına gelir ve Marxçı toplum kuramının temel önermeleriyle doğrudan çelişir.
[d4] Örnekler çoğaltılabilir; hüzne (belki sahip çıkmayla açıklanabilecek) özel bir ilgi duyduğumdan, bu olgu benim üstünde durmayı sevdiğim gözde örneklerimden birini oluşturuyor. Öte yandan arabesk sözcüğüyle uzlaştığımı söyleyemem, zira bu sözcüğün ölçübiçimsel iktidar söylemince, modern hüznü aşağılamak ve Türkiye-dışı göstererek geçersizleştirmek yolunda işe koşulan, ideolojik bir basmakalıp olduğunu düşünüyorum.
[d5] İslam'da kaderin Allah'ın iradesine bağlanması, hüzne aynı zamanda anlamsal bir derinlik kazandırır. Bununla birlikte, kader ögesinin Doğu Akdeniz hüznündeki yeri (benim bilgim dahilinde olduğu kadarıyla) Homeros'a kadar izlenebilir.
[d6] Alıntının dipnotu: eski Yunan düşüncesinde, mitolojinin kişileşmiş tanrılarının dışında kalan, tanrısal etkinlikleri olan güç.
[d7] İdeolojik teriminin alıntıdaki kullanılışı, dikkatli okurun gözünden kaçmayacağı gibi, bu yazının kuramsal çerçevesini oluşturan temel önermelerden biriyle çelişiyor. Sokrates'in çağında, söylevcilik henüz bir varoluş biçimine dönüşmemiş olduğundan, burada söylenilenin ideolojik tutuculuk yerine söylevci tutuculuk olarak okunması, alıntıyı, yazımızın kuramsal çerçevesi içersindeki yerine oturtacaktır.
[d8] Horkheimer, Max - Akıl Tutulması, sayfa 60, (Metis, İstanbul - 1986)
[d9] Horkheimer, Max - aynı yapıt, sayfa 169
[d10] Akıl Tutulması 1947'de Birleşik Devletler'de yayınlandı. Kitabın yazıldığı dönem müttefiklerin zaferiyle belirlenmiş iyimserlik yıllarına denk düşer.
[d11] Tragedia (teke şarkısı) deyimi, Eski Yunanca'da ağlatı türündeki tiyatro yapıtları için kullanılmaktaydı. Aristoteles, trajediyi ve ağlamayı manevi arınmanın bir yöntemi olarak görmüştür. Burada ağlamayı, doğrudan acı ile bağlantılandırmak yanıltıcı olacaktır, zira sözgelimi sevinç gözyaşları da trajik duyumun bu kez sevincin aşırılığıyla doruğa varmasını gösterirler. Trajedinin, bilinçte, insani olan içersinde insana yakışır olanla insana yakışır olmayanın görülmesini kolaylaştırdığı düşünülür. Trajedi deyimini, bu yazıda nesnel olarak bir durumu ya da öznel olarak bir deneyimi adlandırmak üzere kullanmaktayım.
[d12] Bir konuşma yapmak zorunda kalan herkesin, kürsüye geldiği andan itibaren, zihninin bir başka kipte çalışmaya başladığını farketmiş olduğunu, bu nedenle sesli düşünme yöntemi derken, neyi kasdettiğimi daha iyi anlayacağını düşünüyorum.
[d13] Milliyet - 11 Kasım 1994 Cuma, Avrupa baskısı, sayfa 10 (Geniş Açı) - Ankara
[d15] Milliyet - 12 Kasım 1994 Cumartesi, Avrupa baskısı, sayfa 10 (Geniş Açı)
[d17] Milliyet - 25 Kasım 1994 Cuma, Avrupa baskısı, sayfa 10 (Geniş Açı)
Sav ve Karşı-sav
(bu dizinin önceki yazılarında verilen kaynaklara ek olarak)Horkheimer, Max - Akıl Tutulması, İngilizce'den çeviren ve Önsöz: Orhan Koçak (özgün adıyla "The Eclipse of Reason"), ISBN 975-7650-42-0, (Metis, İstanbul 1986)
Jansen, Edited by Marius B. - Changing Japanese Attitudes toward Modernization, (Princeton University Press, New Jersey - 1965), başlıca savlar: Donald H. Shievely, Masao Maruyama, Herbert Passin, Shuichi Kato
Shayegan, Daryush - Yaralı Bilinç (Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni),
Çeviren: Haldun Bayrı, ISBN 975-7650-70-6, (Metis, Istanbul - 1993)